27 MAYIS İHTİLALİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ
27 Mayıs İhtilali ve Alparslan Türkeş’in Şahsında
14’lerin Sürgüne Gönderilmesi
Prof.Dr. Semih Yalçın
İhtilâli Hazırlayan Sebepler
1957 milletvekili seçimlerinden sonra gerek ortamın sosyo-psikolojik durumu gerekse iktisadî sıkıntılar iktidar ve muhalefetin dengeli bir politika izleyememesi ihtilâli hazırlayan sebepleri ortaya çıkarmıştır. Bu sebepleri iktidarın tutumu, bunların altında tahkikat encümeni, aleyhte propaganda, ordunun durumu olarak incelemek mümkündür.
a. İktidarın Tavrı
İktidar, 1957 seçimlerinden sonra muhalefete karşı daha sert bir tutum içerisine girmiştir. Yeni dönemin başlangıcında TBMM iç tüzüğünde yapılan değişiklikler muhalefetin gelişmesine engel olmak niyetiyle yapılmış düzenlemelerdi (1) Bu düzenlemeler, özetle milletvekillerinin denetim haklarının kısıtlanması, dokunulmazlıkların kaldırılmasının kolaylaştırılması ve verilebilecek cezaların artırılmasıdır.
İktidarın adlî konuda yaptığı tasfiye kamuoyunda büyük tepkiye yol açmıştı. CHP, meclis tahkikatı istemiş ve Ankara barosu toplantı yapmıştır. Hâkimler çevresinde de DP iktidarına karşı güvensizlik yayılmıştı (2)
Mevcut basın kanunu zaten antidemokratik hükümler taşıyordu. Basına özgürlük vaadleriyle gelen DP, bu hükümleri kaldırmak yerine yeni kısıtlamalar getirdi. Bu durumu Celâl Bayar:
“En iyi niyetlerle demokrasiyi tesis etmeye gelmiş bir parti, basından vatandaş haklarına kadar bütün anayasa alanlarında en geniş kapıları açmış fakat bu hürriyetlerin suiistimali karşısında tedbir ala ala, dar hürriyetli bir idare hâline gelmiştir” (2) diyerek açıklamaktadır. Muhalefetin propaganda boyutlarını göz önüne alırsak, açıklamanın bir anlamda doğru olduğunu düşünülebiliriz.
DP, basını sıkı bir şekilde kontrol altına aldı. Üniversitelere de yeni yükümlülükler getirildi. 1954’de memurlar hakkında çıkarılan kanun üniversite personeline de uygulanmıştı. 1956’da Ankara Üniversitesi’nde görevli bir fakülte dekanı küçük bir sebepten üniversitedeki görevinden uzaklaştırılarak vekâlet emrine verildi. Bu durum protesto edildi ve bazı öğretim üyeleri görevlerinden istifa ettiler. Böylece üniversitelerde iktidar aleyhine hava yaratıldı.
20 Nisan 1957’de işçi sendikaları konfederasyonu kapatıldı. Arkasından büyük şehirlerde 5 sendika birliği daha kapatıldı.
Aynı zamanda muhalif partilere karşı sert tedbirler alındı. Partilerin seçim sebebiyle propaganda dönemi dışında açık hava toplantısı yapmaları yasaklandı. Kapalı yerlerdeki toplantılar da yörenin en büyük mülkî amirinin iznine bağlandı. Hatta aynı kanunun 13. maddesi “hedef göstermeksizin ateş açmak” yetkisini veriyordu.
İktidarın muhalefete katlanamadığının bir delili de 1954seçimlerinden sonra kendilerine oy vermeyen şehirleri cezalandırma yoluna gitmesiydi. Bu dönemde Malatya ikiye ayrılmış ve ayrılan bölge Adıyaman adını almıştı. Kırşehir ise ilçe yapılmıştı.(3)
DP iktidarı dış politikada bloklar arası soğuk savaşı körükleyerek Türkiye’ye yapılan dış yardımı artırmayı amaçlıyordu. Ancak bu durum 1958 Temmuz’unda Türkiye’yi sıcak savaşa sokma noktasına getirmişti.
1959 yazı sonunda, on bir yıldır sabit tutulan Türk lirasının değeri dış piyasalarda düşürüldü. Batıdan alınan yeni kredi taleplerine karşılık bir dizi istikrar önlemi uygulandı.4 Ağustos’ta yapılan devalüasyon ile Amerikan doları birden bire 2.80’den 5 Liraya çıktı. Enflâsyon yüzde yirmilere fırladı. İhtilâle kadarki dönemde iktisadî durum gün geçtikçe daha kötüye gidiyordu. Enflâsyon sabit gelirli kesimleri korkutuyor, CHP ise bu durumu kullanıyordu.
İhtilâlin arifesinde Türkiye’nin gergin bir ortam içinde bulunduğu bir gerçekti. Partiler arası münasebetler tamamıyla bozulmuştu. İktidar, gittikçe artan tansiyonu, uygun tedbirler almak suretiyle düşürmeyi başaramadı.
DP’nin en önemli hatalarından birisi olarak kabul edilen bu tedbirsizlik, CHP’nin işine yaramış, silâhlı kuvvetleri, üniversiteyi ve basını iktidar aleyhine harekete geçirmeyi başarmıştır. Türkiye’de iktidar ve muhalefet çekişmesinin tırmandığı bu noktada gerginliği ortadan kaldırma görevi birinci derecede iktidarın vazifesi olmakla birlikte ikinci derecede sorumlu muhalefettir. CHP’nin de aynı yönde gayret sarf etmesi gerekirken bunu yapmamıştır. Dolayısıyla Avni Doğan’ın da belirttiği gibi; “27 Mayıs ihtilâlini CHP yapmamış ancak ihtilâli hazırlamıştır”
b. Muhalefetin Tavrı
CHP tek parti dönemini ekonomik ve dış baskılar sonucu iktidarı bırakmak zorunda kalmasına rağmen hem demokratikleşmeyi hem de iktidarı elinde tutmaya devam edeceğini umuyordu. Bu yüzden 1946 seçimlerinde kendi eliyle içinden bir parti kurmuş, ancak güçlendiğini görünce karalama politikasına geçmişti. Amacı demokratik görünüm altında iktidarını sürdürmekti dersek iddialı ama doğru bir tahmin olur.
CHP’nin DP hükümetine karşı ilk günden yönelttiği, on yıl boyunca giderek dozunu arttırarak devam ettirdiği propaganda İsmet İnönü’nün 1931 tarihli konuşmasında sözünü ettiği düzenli ve daimî bir propaganda idi. Ulu orta yapılan karalama ve kötüleme Türk demokrasisine pahalıya mal oldu ve rejimde yaralar açtı. Bu hâl askerî ayaklanma ile devrilmesinde birinci derecede rol oynadı.
27 Mayıs darbesini gerçekleştirenler işte bu yoğun propagandanın etkisi altında kalınca saldırdılar (4) R.S. Burçak’ın bu tezinde öne sürdüğü gibi muhalefetin yapmış olduğu aleyhte propagandayı, 27 Mayıs hareketini hazırlayan yegane sebep olarak göstermesi isabetli bir tespit değildir. Ancak bu tip bir propaganda şeklinin ihtilâlin oluşumunda etkisi olduğu açıktır. Bunun yanı sıra ordu içindeki İnönü hayranlığının olayın seyrinde yapmış olduğu etkiyi de göz ardı etmemek gerekir. Nitekim İnönü de ordu üzerindeki tesirini kendisi ve partisi lehine kullanmasını bilmiştir. Ancak İnönü’nün ihtilâl ile doğrudan bağlantısı olup olmadığı kesin olarak ortaya çıkmadığından bu konuda kesin bir hükme varmak mümkün değildir.
1957 seçimlerinden önce engellenen muhalefetin güç birliği 1958 sonbaharında gerçekleşti. Ekim ayında Türkiye Köylü Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisine, kasımda Hürriyet Partisi CHP’ye katıldı. CMP, CKMP oldu. CHP’nin ise adı değişmedi. 1959 Ocak ortalarında toplanan 14. CHP kurultayı bir “İlk Hedefler Beyannamesi”ni kabul etti. Beyannameyle sağlanmak istenen güç birliği platformunun amaçları ise şu şekilde tespit edildi;
Partizanlığın kaldırılması, ikinci meclisin kurulması, seçim güvenliği, anayasa mahkemesinin kurulması, yüksek hakimler kurulu oluşturulması, Memurlara mahkemeye başvurma hakkının tanınması, basın özgürlüğünün anayasa güvencesine bağlanması, üniversite özerkliği, yüksek iktisat şurasının kurulması, sosyal adalet kavramının anayasaya girmesi.
Dikkat edilecek olursa CHP’nin muhalefet olarak istekleri iktidarında kendisinden istenilen şeylerdir. Başka bir açıdan bakıldığında DP’nin iktidara gelirken kullandığı sloganlardır.
DP’nin güç birliğine cevabı Vatan Cephesi’ni kurmak oldu. 1959 Ocak ayı içinde kurulan Vatan Cephesi Ocakları ile iktidara partinin verebileceğinden fazla taban bulunmaya çalışıldı. Vatan Cephesi’ne katılımlar teşvik ediliyor, belli kesimlerden belli konumlardaki kişiler buna zorlanıyordu
c. Tahkikat Encümeni
1960 yılı Nisan ayındaki İnönü’nün Kayseri gezisi iktidar-muhalefet gerginliğinin doruğa çıkmasına sebep olmuştu. İnönü’yü Kayseri’ye götüren tren yetkililerce durduruldu ve İnönü’den Ankara’ya dönmesi istendi. Geri dönmeyi kabul etmeyen İnönü üç saatlik bir gecikmeyle yoluna devam etti. Ertesi gün DP meclis grubu, muhalefeti bir askerî ayaklanma ve kargaşa tezgahlamakla suçladı ve muhalefetin faaliyetleriyle ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak için bir Meclis tahkikat encümeninin kurulmasını istedi. Bu teklifi benimseyen TBMM, CHP’nin yıkıcı, gayrîmeşru ve kanun dışı faaliyetlerinin ülke genelinde meydana geliş tarzı ve bunların mahiyetinin nelerden ibaret olduğunu tahkik, tespit ve ülkenin her tarafında yaygın bir hâlde görülen kanun dışı siyasî faaliyetlerin çeşitli sebeplerine intikal etmek, matbuat meselesi ile adlî ve idarî mevzuatın ne suretle tatbik edilmekte olduğunu tetkik etmek üzere meclis tahkikatı açılmasını kabul ederek 18 Nisan 1960’ta “Tahkikat Encümeni” 15 kişiden meydana gelen Tahkikat Encümeni, meclisin bütün yetkilerini üzerinde toplayarak bir zümre yönetimine doğru gitti.
Encümen üyeleri, cumhuriyet savcısına, sorgu hâkimine, sulh hâkimine ve askerî amirlere ait bütün haklara sahiptiler. Hükûmetin sahip olduğu bütün vasıflardan istifa etmeye hakları vardı.(5) kuruluşuna imkân veren yasayı onayladı.
Tamamıyla Demokrat Partililerin yer aldığı ve tarafsız olması mümkün olmayan bu komisyon, kanun tasarısında da belirtildiği gibi CHP’nin işlediği öne sürülen birtakım fiillere karşı görevlendirilmiştir. Bu fiiller arasında, halkı kanunlara karşı gelmeye teşvik etmek, parti mensuplarını silâhlandırmak, orduyu siyasete karıştırmak, basınla iş birliği yaparak komünizm propagandası yapmak ve halkı hükümetin meşruiyeti konusunda şüphe ve endişeye düşürmek yer almaktadır. Bu komisyonun kuruluşu ve ortaya çıkışı yasal olmakla birlikte, faaliyetleri sırasında uyguladığı yöntemlerin aynı ölçüde yasal olduğu söylenemez. Komisyon gerektiğinde Meclis dışında faaliyette bulunmaya yetkili kılınmış ve görev süresinin üç ay sonunda bitirilmesine karar verilmiştir.(6) Kanuna göre Tahkikat Encümenine cezaî yetkiler dahil bütün yetkiler tanınıyordu. Bir anlamda artık devlet demek, Tahkikat Encümeni demek olacaktı. Bu durum Türkiye’de demokratik rejimin ve anayasal müstakil düzenin tahrip edilmesi anlamına gelmekteydi (7)
Tahkikat Encümeni’nin kuruluşuyla Meclis İnönü’ye “Halkı isyana ve kanunlara karşı gelmeye teşvik eden sözler sarf ettiği ve Türk Milletine, orduya ve TBMM’nin birliğine açıkça saldırdığı” için Meclis çalışmalarına 12 oturum katılmama cezasının verilmesi kararını aldı. CHP gençlik örgütleri Ankara ve İstanbul’da gösteriler düzenleyerek bu karara tepki gösterdiler. Hükümet bu iki ilde sıkıyönetim ilân etmek zorunda kaldı. (8) Ayrıca gösterilerin yapıldığı illerde üniversiteler tatil edildi. Üniversitelerden gelen bu tepkiyi daha sonra ordudan gelen tepki takip edecektir.
d. Silâhlı Kuvvetlerin Tavrı
Çok partili hayata geçiş ile birlikte Silâhlı Kuvvetlerin pozisyonu Demokrat Partililer için daima önemli bir mesele olarak görülmüştür. Demokrat Partililer, İnönü’nün CHP lideri olarak kaldığı süre içinde ordunun CHP’ye sempati duyacağı ve hatta destekleyeceği yönündeki kanaatlerini iktidarları boyunca üzerlerinden atamadılar. DP ordudan bu denli uzak olmalarının getireceği muhtemel sıkıntıları aşmak amacıyla emekli Mareşal Fevzi Çakmak’ı kendi saflarına çekmeye çalıştılar. CHP’nden gelen teklifleri reddeden F.Çakmak 1946 seçimleri öncesinde 14 generalle birlikte DP listelerinden seçime girdi. Çakmak’ı saflarına katan DP böylece İnönü’nün ordu üzerindeki tesirini Fevzi Çakmak ile dengelemeye çalıştı.
1946 seçimlerinden sonra CHP yönetiminden memnun olmayan alt rütbeli subaylar DP saflarından siyasete girdiler. Savaş ekonomisinin etkilerini en fazla hisseden küçük memurlardan olan alt rütbeli subaylar büyük yoksulluk çektiler. Bu yüzden CHP rejiminin yıkılmasını, DP yönetiminin daha iyi günler getireceğini umdular. Oysa daha sonra aynı konudaki şikayetlerini DP iktidarı hakkında dile getirmeye başlamışlardı.
Hatta 1946 seçimlerinden sonra birkaç genç DP’li parti üyesi, kendi saflarından hareket etmeye istekli genç subaylarla ilişkiye girecek kadar ileri gittiler. Celâl Bayar’ın engel olmasıyla CHP’ye karşı muhtemel bir darbe önlenmiş oldu.
DP’liler 1950 genel seçimlerini kazandıktan sonra, askerlerin tepkisi konusunda endişeliydiler. Hatta seçimlerden hemen sonra bütün generaller toplanarak İnönü’yü ziyaret etmiş ve seçim sonuçlarına müdahale etmeyi teklif etmişlerdi. İnönü bunu reddetmiştir.
Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra Menderes hükûmeti güvenoyu alır almaz yeni hükûmet, sadakatlerinden kuşku duyulan diğer generallerle birlikte Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını görevden alarak geniş çaplı tasfiye hareketi gerçekleştirdi.(9) Tasfiyenin doğrudan nedeni olarak bir albayın darbe girişimini Menderes’e bildirmesi gösterilir. Ancak İnönü’nün sınıf arkadaşı Abdurrahman Nazif Gürman, Genelkurmay Başkanı iken Menderes’in iktidarda kendini rahat hissetmemesi normaldir.
CHP yanlısı basın, bu olayı siyasî istismar konusu yaptı, Silâhlı Kuvvetler de DP karşıtı bir kampanyaya girişti. DP yapılması normal bir hareketin istismar edilmemesi gerektiğini bildirerek CHP’ye uyarıda bulundu.
DP, yüksek komutanlardan gelebilecek ilk tehlikeyi bertaraf etmişti. Fakat Silâhlı Kuvvetler içindeki huzursuzluk bu olaydan sonra da devam etti.
1955’den sonraki sosyoekonomik koşulların baskısı yüzünden orduda rahatsızlık belirginleşti. CHP’nin baskıcı yönetimi görünüşte yıkılmış fakat yerine gelen yeni iktidarla fazla bir şey değişmemişti.
Çok partili sistemde ordu önceden sahip olduğu prestije sahip değildi. DP’liler ekonomik büyümeye her şeyden fazla önem verdiklerinden Silâhlı Kuvvetleri ihmal ettikleri doğruydu. Orduya ayrılan bütçeden devamlı şikayet ediyorlar ve ordu giderlerini NATO’nun karşılamasını istiyordu. 1957 Eylülünde basında bazı subayların emekliye ayrılıp CHP’ye gireceklerine dair haberler çıktı. DP böylelikle ordudaki gidişatı öğrenmiş oldu. Aynı yıl aralık ayında dokuz subay tutuklandı. Savunma bakanlığı geniş çaplı bir komplodan dolayı bu tutuklamaların olduğunu duyurdu. Subaylar mahkemeye çıkarıldılar ve aleyhlerine hiçbir delil bulunmadığından beraat ettiler. Celâl Bayar konu hakkında soruşturma istediyse de meselenin hemen kapatılmasına isteyen hükümet olayı kapattı.
Ancak tehlike ortadan kalkınca gizli örgüt yeniden çalışmaya başladı. General Necati Tacan hareketin liderliğini kabul ettiği günlerde kalp krizi geçirerek öldü. Tacan’ın yerini alan Gürsel hareketin liderliğini kabul etti. Gizli ihtilâl örgütü önemli stratejik görevleri tutmaya başladılar. 1960 başlarında askerî istihbarat durumu sezdi ve Cemal Gürsel 4 Mayıs’ta İzmir’re tatile gitti.
Alt rütbeli subaylar bu durumdan paniğe kapıldılar. Yeni bir lider arayışı Genelkurmay Lojistik Daire Başkanı Cemal Madanoğlu’nun kabul etmesiyle son buldu.
DP, askerî tehdidin daima farkındaydı. 5 Mart 1959 da ABDile iç tehdit söz konusu olduğunda yardım istemek üzere anlaşmaya varmıştı. Fakat ilginç olan, darbe gerçekleştiği zaman Amerika yardım etmeyi düşünmemiştir. Mete Tunçay bunu DP iktidarını Sovyet Rusya ile ilişkilerini düzeltmeye çalışmasına bağlar.
27 Mayıs Hareketinin Hazırlık Safhasında Alparslan Türkeş’in Yeri ve Rolü
Alparslan Türkeş, 27 Mayıs İhtilâli ile ele geçirilen iktidar imkânından yararlanmayı Türkiye’nin temel meselelerini çözebilmek için en büyük fırsat bilmiş ve değerlendirmek istemiştir. Bu niyetiyle de ihtilâlin ilk gününden itibaren bütün dikkatleri üzerine toplamış ve uyguladığı hareket tarzı ile ihtilâlin “Kudretli Albayı” olmuştur.
İhtilâlden hemen sonra ortaya çıkan ortamda başbakanlık müsteşarlığının önemini kavrayan tek isim Türkeş’tir. İhtilâl sonrasında bu göreve gelecektir.
Alparslan Türkeş, Cumhuriyet tarihimizde ihtilâl fikrinin köklerinin çok daha gerilerde olduğunu ve bu tarihin1941’lere kadar uzandığını söyler. Türkeş bu fikrini şöyle açıklamaktadır; “İhtilâl fikri bu memlekette CHP iktidarı devrinde başlamış ve bu fikir, partilerin memleketin kaderini daima uçurumlara doğru sürüklemeye devam ettikleri 27 Mayıs 1960 yılına kadar gelmiştir. Bilmem kaç milyon taraftarı olan bir DP’yi askerî kuvvetin muhatabı olarak değerlendirmek 27 Mayıs’ı asıl gayeler ile anlamamış, anlayamamış olanların, acz dolu kanaatlerinden başka bir şey olamaz ” (10)
Alparslan Türkeş, Türkiye’nin 1940’lı yıllardaki durumunu şöyle anlatır; “Memleket tek parti diktatörlüğü altındaydı. Devletin başında bulunan İnönü askerlikten yetişmesine rağmen orduya karşı vefasız ve ilgisizdi. Etrafındaki general ve yüksek rütbeli subayların fikri de değişik değildi Asker ocağı bakımsız ve perişandı. Subaylık bir mahkûmiyet ve mahrumiyet mesleği hâline gelmişti. Türk ordusunun bakımı noksandı. Askere yeteri kadar ayakkabı, elbise, donatım, battaniye verilmiyordu. O sıralarda yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamış olan başka devletlerin modern zırhlı birliklerine karşı Türk Ordusunun elinde at ve manda arabaları ile deve ve merkep kolları bulunuyordu.
Ordu ve millet bu durumda iken Millî Şef ve etrafındakiler kendi köşklerinde rahat bir şekilde yaşayıp gidiyorlardı. Köşkle halkın arasındaki irtibat tamamen kopmuştu. Durum korkunçtu.
Memleket baştan başa bir facia içindeydi. Bir tarafta ahlaksızlık diğer tarafta hastalık ve açlık , perdenin iplerini ellerine almış, trajedinin sonunu ilân etmek ve sahneyi bitirmek için sabırsızlanıyordu. Bu perdeler kapansaydı, bugün bir Türkiye olmayacaktı ve biz harbi, II. Cihan Savaşı’na katılmadan en feci şekilde kaybetmiş olacaktık…” (11)
Türkeş’in çizdiği bu tablo Türkiye’de ihtilâl fikrinin doğmasına ve gelişmesine zemin hazırlayan sebeplerdir. Türk toplumunun içine düştüğü buhran orduda da etkisini göstermiş, bir grup subay İnönü idaresini devirmek üzere 1942-1943 yıllarında teşebbüse geçmişti. Ancak bu ilk teşebbüs sonuçsuz kaldı. Hemen hemen aynı dönemlerde gerçekleştirilen ikinci teşebbüste, daha çok alt rütbeli subaylar toplanarak ihtilâl gruplarını oluşturmuşlar ve ciddî bir çalışma devresine girmişlerdir.
Bu dönemde üç ayrı tarih üzerine anlaşma sağlanmış olmasına rağmen merkez ihtilâl kadrosu üyeleri, sivil iktidara son bir müddet daha verilmesi hususunda fikir birliğine vararak harekâtı son anda durdurmuşlardı. Buna rağmen bazı gruplar aralarında toplantılar yapmaya devam etmişlerdir. İhtilâl plânından vazgeçilmesindeki asıl sebep ise II. Cihan Harbi’dir. Toplantılarına ara vermeyen grup içinde olan Türkeş, 27 Mayıs Hareketi’ni hiçbir zaman bir ihtilâl olarak kabul etmemiştir.
Onun ihtilâli değerlendirmesi şu şekildedir; “Biz bu harekete bir asayiş hareketi ve Ak Devrim dedik, 27 Mayıs bir ihtilâl değildir, bir ihtilâl olarak hazırlanmamıştır” (12)
Türkeş 27 Mayıs Hareketi’ne katılışını da şöyle nakleder; “ihtilâle 1958-1959 yıllarında muttali oldum ve ondan sonra arkadaşların arasına katıldım. İlk defa Talat Aydemir’den böyle bir teşkilâtlanma olduğunu duydum. Bir gün beni ziyarete geldi “Biz bu hükümeti devirmek istiyoruz siz de bizimle beraber olur musunuz? ” diye bana teklifte bulundu. Ben “Devirip ne yapacaksınız?” diye sordum, “Halk Partisi’ni, İsmet Paşa’yı getireceğiz. İsmet Paşa büyük adamdır vs, gibi şeyler söyledi.” Buna Türkeş’in tepkisi sert olmuştur. “Ben ordunun politika dışı kalması görüşündeyim. Atatürk’ün de bir gelenek olarak orduya tavsiye ettiği çok eskiden beri bu olmuştur. Binaenaleyh bunu tasvip etmiyorum, ayrıca da bir siyasî partiyi tutup onunla beraber olmayı diğer bir partinin iktidarına karşı hareket yapmayı da Türk Silâhlı Kuvvetlerinin şerefine uygun görmüyorum, çünkü Türk Silâhlı Kuvvetleri beraberliği temsil eden bir kuvvettir. Herhangi bir partiyle iş birliği yapıp milletin yarısından çoğunu temsil eden diğer bir partinin üstüne yürümesi onun iktidarına devirmesi o partiye karşı hareket etmesi millî birliği zedeler. Bu sebeplerden teklifinizi kabul edemem”(13) demiştir.
Talat Aydemir’e ret cevabı vermesine rağmen Kurmay Albay Faruk Ateşdağlı’nın kendisini ziyaret ederek Silâhlı Kuvvetler içindeki oluşumun içinde yer almasını istemesine karşı çıkmamıştır. Ateşdağlı’nın teklifini kabul eden Türkeş Elazığ’da bulunduğu 1958 yılında ordu içindeki gizli teşkilâta girmiş oluyordu. Daha sonra yarbaylığa terfi ederek Ankara’ya tayin oldu. Ankara’da iken Albaylığa yükselen Türkeş burada gizli teşkilâtın Ankara grubu ile temasa geçti.
Türkeş, Ankara’da bulunduğu sıralardaki temaslarında ihtilâlin kaçınılmaz bir hâl aldığını ve bunu yapmaya kararlı grupların Ankara, İstanbul ve Konya illeri başta olmak üzere varlığının farkındaydı. Fakat bu kişilerin ülkenin durumunu düzeltecek bir programları da yoktu. Türkeş, ihtilâlcilerin fikrî yapılarını ve ihtilâlin niçin ve kimler için yapılmak istediğini tespit etmişti. İşte bu anlayışladır ki, ihtilâle katılabilmesi için gerekli ve vazgeçilmez şartlarını tespit etti; “DP iktidarını devirip Halk Partisi’ni iktidara getirmek çözüm değildir. Bütün partilere karşı adaletli, iyi niyetli ve tarafsız bir tutum içinde davranılmalıdır. Şayet DP’lilerin suçlu olanları varsa onlar mahkemeye verilir. Haklarındaki hüküm ancak mahkeme kararıyla tespit edilir .”
Gizli örgüt içerisinde özellikle Ankara grubu, yapılması düşünülen muhtemel hareketin DP’yi devirip yerine İsmet Paşa’yı geçirme gibi Türkeş’e göre çok farklı bir amaca yönelik mahiyet arz etmekteydi.
Ankara’da cereyan eden toplantılarda daima İsmet Paşa ve CHP tartışması meydana gelmekte dolayısıyla gizli örgüt kuruluş amacında uzaklaşmaktaydı. 27 Mayıs Hareketi’ni gerçekleştiren bu kadronun fikrî ayrılığı, hareket sonrasında da etkisini göstermiş 27 Mayıs’ın kendi içinde geliştirdiği mantığı başlangıçtaki hedef ve ilkelerden saptırmıştır.
Bu noktada Alparslan Türkeş’i fikrî anlamda farklı kılan, 27 Mayıs Hareketi’ni, DP’ye kızarak CHP taraftarlığına dönüştürmemek, dolayısıyla siyasî partilere eşit mesafede bulunmak şeklindeki düşüncesidir.
Alparslan Türkeş daha sonraki dönemlerde farklı bir çizgi takip ederek ihtilâlin nasıl ve ne şekilde yapılması gerektiği hususunda müstakil bir program ortaya koydu. Alparslan Türkeş’in ihtilâlden önceki plânı şu şekildeydi;
1. İhtilâlden sonra idareyi ele alacak olan Millî Birlik Komitesi tam manasıyla demokratik bir meclis olarak çalışmalıdır. Yasama Meclisi, askerî bir karargâh ve cunta hüviyetinde olmamalıdır.
2. Millî Birlik Komitesi idare cihazı, siyasî gruplara karşı mutlak bir tarafsızlık göstermelidir.
3. Devrim adaleti, siyasî tercih ve tesirlerden uzak tutulmalıdır.
4. Seçim alelâcele değil, en uygun zamanda ve ortamda yapılmalı, mutlak dürüstlüğe riayet edilmelidir.
5. Demokrat Parti’ye oy veren vatandaş kütlelerini suçlu görmek, siyasî haktan mahrum etmeyi düşünmek hatadır. Seçimin meşru ve dürüst sayılabilmesi için halka sadece seçme hakkı değil, tercih etme imkânı da verilmelidir. Hazırlanacak anayasada belirtilecek prensipleri benimseyen yeni partilerin kurulmasına müsaade edilmelidir.
6. Seçimlere kadar geçecek süre içinde Millî Birlik Komitesi uzun yıllar köhnemiş siyasî kadro ve liderlerin oy kaygısı, zümre menfaati düşünmesiyle ele alamadığı ana millî davaları, halk vicdan ve idrakine sunacak ve bu konularda köklü reformlara girişecektir.
7. Millî Birlik Komitesi, seçimlere kadar bir Kurucu Meclis’le birlikte teşrii organı olarak görev yapacak, seçimlere Millî Birlik Partisi olarak girecektir (14)
Türkeş’in yaptığı ihtilâl hazırlıklarına en fazla desteği Talat Aydemir, Dündar Seyhan ve Sadi Koçaş veriyordu.
Türkeş daha sonraki gelişmeler içinde şöyle diyor; “Kurduğumuz ihtilâl teşkilâtı 14 Eylül1959’da, Millî Birlik Komitesi adı altında faaliyete geçti. Ondan evvelki hazırlıklarımız bir proje hâlindeydi. Fakat temeli 14 Eylül 1959’da atılmıştır.
Komitemiz çalışmalarında tam bir birlik teminini kabul etmiştir.27 Mayıs şimdiye kadar eşi görülmeyen, gayet güzel ve örnek derecede plânlanmanın eseridir. Bunun içindir ki 27 Mayıs sabahı üç buçuk saatte memleketin bütün idaresini ele almıştır” (15)
Türkeş’in 14 Eylül günü Ankara Gençlik Parkı’nda yaptığı bu gizli toplantıya kendisinden başka Sezai Okan, Osman Köksal, Suphi Karaman, Sadi Koçaş, Kadri Kaplan, Dündar Seyhan, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve Rıfat Baykal katıldılar. Toplantıda Alparslan Türkeş, hazırladığı ihtilâl programını anlatarak arkadaşlarının desteğini aldı. Toplantının sonucu Kara Kuvvetleri Komutanı olan Cemal Gürsel’e bildirildi ve Gürsel komiteye on birinci üye olarak katıldı.
27 Mayıs Hareketi
1960 yılı Nisan ayına gelindiğinde DP ve CHP’nin hesaplaşması hat safhaya ulaşmıştı. Her iki parti lideri Türkiye’nin çeşitli yörelerine giderek yaptıkları konuşmalarda birbirlerini suçluyorlar ve zaten yüksek olan siyasî tansiyonu daha fazla körüklüyorlardı. Bu arada 25 Nisanda Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilân edildi.
Artık “ihtilâl” sözcüğü siyasî çevrelerde telâffuz edilmeye başlamıştı. İnönü Said-i Nursi’nin desteği ile hareket eden Menderes ve ekibini hedef göstererek “şartlar tahakkuk olunca ihtilâl bir hak olur” deme gafletini gösterebiliyordu. DP ise “CHP ihtilâl bayraktarlığı yapan tehlikeli bir fesat ocağı hâline geldi” (16) şeklindeki beyanlarıyla âdeta ihtilâlin oluşumunu kolaylaştırıyordu.
1960 yılı Mayıs ayında Menderes, halk üzerindeki prestijine rağmen üniversite, basın, ordu ve bürokrat desteğini tamamen kaybetmişti.
Ordu içerisindeki ihtilâlci subaylara fırsat veren kargaşa ortamı 27 Mayıs gününe kadar devam etmiştir. İhtilâli hisseden DP, 27 Mayıs’ın hemen öncesinde askere yeni ve yüksek derece ve lojman sözü verdi. Ayrıca 21 Mayıs yürüyüşünde tutuklanan Harp Okulu öğretmenleri ve daha önce tutuklanmış subaylar serbest bırakıldı. Ancak geç kalınmış bu tedbirler ihtilâli durdurmaya yetmedi.
Sonuçta beklenen ihtilâl nihayet gerçekleşti. 26 Mayıs günü akşamı İstanbul ve Ankara ihtilâl grupları harekete geçti. İhtilâl aynı gece Harp Okulu’nda başladı. Ankara Radyosu Alparslan Türkeş tarafından ele geçirildi. Türkeş’in bizzat kaleme aldığı ilk tebliğ ihtilâlin amaçlarını ortaya koyması bakımdın tarihî önemi haizdir. Alparslan Türkeş tarafından okunan ilk tebliğ şu şekildeydi;
“Aziz Vatandaşlar;
Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silâhlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır. Bu hareket Silâhlı Kuvvetlerimiz, partiler içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil veserbest seçimler yaptırarak , idareyi hangi tarafa mensupolursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz hiç kimse hakkında şahsîyata müteallik tecavüzkâr bir fiile teşebbüs etmeyeceği gibi edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş kanunlar ve hukuk prensipleri esasına göre muamele görecektir.
Bütün vatandaşların partilerin üstünde aynı milletten, aynı soydan gelmiş evlâtları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri ıstıraplarımızın dinmesi ve millî varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir.
Kabineye mensup şahsiyetlerin Türk Silâhlı Kuvvetlerine sığınmalarını rica ediyoruz. Şahsî emniyetleri kanun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz Birleşmiş Milletler Anayasasına ve İnsan Hakları prensiplerine tamamıyla riayettir.
Atatürk’ün “Yurtta sulh, Cihanda sulh” prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Tekrar ediyoruz düşüncemiz “Yurtta sulh, Cihanda sulh”tur. (17)
Bakanlar ve meclis üyeleri 27 Mayıs günü yakalanarak Kara Harp Okuluna götürüldüler. Siyasî partiler faaliyetten alıkondu. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar köşkten alındı. Menderes ise Eskişehir’de tutuklanarak Ankara’ya getirildi.
27 Mayıs Harekâtı’nın mana ve maksadı, Türk milletine ve bütün dünyaya ilk defa Türkeş’in beyanı ile açıklanmış ve duyurulmuştur. Bundan önce üç adet tebliğ yayımlanmış olmasına rağmen hiçbirisi hareketin amaçlarını tam manasıyla açıklayacak mahiyette olmadığından Türkeş’in Ankara Radyosundan okuduğu tebliğ “İhtilâlin ilk sesi ve mesajı” olarak kabul edilmiştir.
Bu konuşma aynı zamanda Türkeş’in hareket konusundaki düşüncelerin aksettirmesi bakımından da önemlidir. Türkeş bu konuşmasında Türkiye’nin niçin ve nasıl böyle bir noktaya getirilmiş olduğuna en doğru teşhisi koyuyordu. Açıklamanın tatmin ve ikna edici olması Demokrat Partililerin bile ihtilâlcilerin ilk beyanlarına güvenerek memnuniyetlerini dile getiren açıklamalarda bulunmalarına sebep olmuştur.
Türkeş, bu harekete Silâhlı Kuvvetler vasıtasıyla partilerin içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtulması ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiştir.
“Girişilmiş olan bu teşebbüs hiçbir şahsa ve zümreye karşı değildir. İdaremiz hiç kimse hakkında şahsiyete müteallik tecavüzkâr bir fiile teşebbüs etmeyeceği gibi edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup olursa olsun her vatandaş kanunlar ve hukuk prensipleri esasların göre muamele görecektir” diyerek 27 Mayıs Hareketi’ne muhatap olanlara teminat vermiş oluyordu.
Yine ihtilâlin ilk gününde Türkeş yerli ve yabancı basın mensuplarına hareket hakkında bilgi vermiş, “Türkiye’de demokrasiyi saplandığı çıkmaz sokaktan kurtarmak istedik. Hiçbir şahsî ihtirasımız yoktu. Sadece millete hür ve serbest seçimlerin yapılması imkânını sağlamak gayesiyle hareket ettik…” demiştir.
Türkiye’de ordunun idareyi ele alması, batı âleminde müspet karşılanmış ve “beklenen hadise” olarak yorumlanmıştır. İtalyan gazeteleri 27 Mayıs Hareketi’ni “Atatürk’ün ruhu Türkiye’de galip geldi” başlığıyla duyurmuş, İngiliz basını ise “Genç Türklerin Hareketi” başlığıyla konuya geniş yer vermiştir. Yunanistan 27 Mayıs Hareketi’ne karşı tepkisiz kalmış, Güney Kore, DP iktidarının devrilmesini memnuniyetle karşılamış, Irak ise “olay Türkiye’yi ilgilendiren bir iç meseledir” yorumunda bulunmuştur.
Türkeş’in şahsî gayretlerine rağmen 27 Mayıs hedefinden saptırılmış, tarafsızlığını koruyamamıştır. Türkeş bu konuda şöyle diyor; “İlk gününden itibaren tarafsızlığına adaletli tutumuna saldırılar başladı. Şahsen beni birçok kimseler ziyaret ettiler. Siz bu tarafı yıktınız, bu taraf hiçbir zaman sizi tasvip etmez, bir kere o tarafın düşmanlığını üzerinize çektiniz. Şimdi CHP’ye karşı çıkıyorsunuz. İsmet Paşa’ya da el uzatmıyorsunuz. Onunla da iş birliğine yanaşmıyorsunuz. O hâlde kime dayanacaksınız dediler”. (18) Hâlbuki 27 Mayıs hiçbir parti ve zümreye karşı, herhangi bir zümre veya parti lehine yapılmış olmayıp Türk milletinin lehine yapılmıştır.
İhtilâlcilerden bir grubun DP’yi yıkıp, yerine hemen İnönü’yü ve CHP’yi iktidar etme heyecanı ihtilâlin tarafsızlığını ortadan kaldırılmasına sebep olmuştur. Diğer önemli âmil de ordunun başardığı harekâtın birtakım ilim adamı hüviyeti taşıyan kimselerin fikrî yapısına teslim edilişidir.
a. Millî Birlik Komitesi
Askerî darbeyi gerçekleştiren subaylardan 38 kişinin yer aldığı Millî Birlik Komitesi 18 Haziran 1960 tarihinde ilk açıklandığında şu isimlerden meydana gelmekteydi;
Orgeneral Cemal Gürsel, Orgeneral Fahri Özdilek, Tümgeneral Cemal Madanoğlu, Tuğgeneral İrfan Baştuğ, Tuğgeneral Sıtkı Ulay, Albay Ekrem Acuner, Albay Mucip Ataklı, Albay Osman Köksal, Albay Fikret Kuytak, Albay Sami Küçük, Albay Haydar Tunçkanat, Albay Alparslan Türkeş, Yarbay Refet Aksoylu, Yarbay Fazıl Akkoyunlu, Yarbay Orhan Kabibay, Yarbay Mustafa Kaplan, Yarbay Suphi Karaman, Yarbay Sezai Okan, Yarbay Ahmet Yıldız, Binbaşı Emrullah Çelebi, Binbaşı Orhan Erkanlı, Binbaşı Vehbi Ersü, Binbaşı Suphi Gürsoytrak, Binbaşı Kadri Kaplan, Binbaşı Muzaffer Karan, Binbaşı Mehmet Özgüneş, Binbaşı Şükran Özkaya, Binbaşı Şefik Soyuyüce, Binbaşı Dündar Taşer, Yüzbaşı Münir Köseoğlu, Yüzbaşı Selahattin Özgür, Yüzbaşı Rıfat Baykal, Yüzbaşı Ahmet Er, Yüzbaşı Numan Esin, Yüzbaşı Kâmil Karavelioğlu, Yüzbaşı Muzaffer Özdağ ve Yüzbaşı İrfan Solmazer. (19)
Menderes döneminde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Cemal Gürsel emekli olma hazırlığı içerisindeyken ihtilâl kadrosu tarafından MBK Başkanlığına getirilmiş harekâtın hemen sonrasında ise Devlet Başkanlığı görevini de üzerine almıştı. Aynı zamanda Silâhlı Kuvvetler Komutanı ve askerî hükümetin başbakanı durumundaydı.
Esasında Cemal Gürsel 27 Mayıs Hareketi için alelâcele aranan ve son anda bulunan bir başkan konumundaydı. Hiçbir zaman 27 Mayıs Hareketi’nin ağırlığı ve sorumluluğunu üzerine alabilen bir lider olamadı. Çünkü lider, teşkilâtçılığı ile tebarüz edebilen ve halkın önünde gidebilendir. Lider tayin olunmaz, kendi kendini tayin eder. Lideri toplum yaratır ve toplumun istek ve temayülleri besler.
MBK’nin faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte komite içinde iki farklı temayülün ortaya çıktığı görülmektedir. Birinci temayüle göre; MBK en kısa zamanda yeni bir anayasa ve seçim yasası hazırlayarak ülke yönetimini yapılacak seçimler vasıtasıyla sivillere devretmeliydi. Bu temayülün liderliğini İnönü ve CHP yapmaktaydı. İkinci temayüle göre ülkenin içinde bulunduğu anarşiden siyasî partilerin sorumlu olması nedeniyle askerî yönetim birkaç yıl sürmeli ve birtakım reformlar gerçekleştirildikten sonra yönetim sivillere bırakılmalıydı. Bu temayül ise özellikle Türkeş ve ekibi tarafından benimsenmiştir.
MBK, 12 Haziran 1960’da bir anayasa değişikliğini benimseyerek kendi yönetimine hukukî bir dayanak sağlamıştır. 12 Haziranda yapılan değişiklikle 1924 Anayasasıyla TBMM’ne ait olduğu kabul edilen bütün görev ve yetkiler MBK’ye devredilmiştir. Ayrıca yasa ile DP iktidarı yargılanmak üzere bir “Yüksek Adalet Divanı” kurulmuştur.
MBK’nin en önemli tasarrufu 2 Ağustos 1960’da gerçekleşti. Ordudan beş bin subay emekliye ayrıldı.
42 sayılı kanunla gerçekleştirilen bu tasfiye hareketi ordunun reorganizasyonu ve gençleştirilmesine yönelik olduğu kadar, MBK’nin ordu üzerindeki otoritesinin sağlamlaştırılmasına da hizmet etmiştir. 28 Ekim 1960’da ise 147 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı. Üniversiteden tasfiye edilen profesörlerin aşırı solcu, partizan ve ahlâkî zaafları olduğuna dair iddialar bu hareketin meydana gelmesindeki yegane sebep olarak görülmektedir.
MBK tarafından gerçekleştirilen ordudaki tasfiyelere o günkü şartlarda önemli bir tepki gösterilmezken, komitenin üniversitede giriştiği tasfiye eylemi tartışma ve tepkilere yol açmıştır. Tembel, yeteneksiz veya rejim düşmanları oldukları iddiasıyla 147 öğretim üyesinin üniversiteden atılmaları üzerine üniversite rektörleri Turhan Feyzioğlu, Sıddık Sami Onar, Fikret Narter ve Suat Kemal Yetkin istifa ederek, MBK’nin tasfiye hareketini protesto etmişlerdir. Ord.Prof. Ekrem Şerif Egeli, Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, Ord.Prof. Recai Galip Okandan, Ord.Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Ord.Prof. Ratip Berker, Prof. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Takiyettin Mengüşoğlu, Prof. Sahabattin Eyüboğlu, Prof. Yavuz Abadan, Prof. Bülent Nuri Esen, Prof. Aziz Köklü, Prof. Emin Bilgiç, Prof. Hasan Eren, Prof. Zafer Baykoç, Prof. Nusret Hızır, Prof. Tevfik Berkan, Prof. Memduh Yaşa, Prof. Mina Urgan, Doç. İsmet Giritli, Doç. Adnan Benk, Doç. Mukbil Özyörük, Dr. ihsan Ünlüer, Doç. Haldun Taner, Asistan Özer Ozankaya… gibi çeşitli ilim dallarındaki çalışmaları ile tanınan 147 öğretim üyesine ancak 28 Mart 1962’de çıkarılan kanun ile üniversiteye dönme imkânı sağlandı.
147’ler olayı, MBK ve ordu faaliyetleri destekleyen aydınlar arasında da ciddî sürtüşme ve kırgınlığa yol açmıştır.
Türkeş, ihtilâlden sonra Başbakanlık Müsteşarlığı görevine getirilmişti. Ancak O, Cemal Gürsel’in kendisine olan itimadı ile fiilen başbakanlık görevini de ifa ettiğini belirtmektedir. Bunu yaparken de çok aksayan şeylerle karşılaştığını, hiç arzu edilmediği hâlde kendi nam ve hesaplarına haksızlıklar, baskılar, tecavüzler yapıldığını tespit ettiğini söylemektedir.
Türkeş’in tarafsız tutumu bazılarının düşünce ve niyetlerine büyük engel teşkil ediyordu. Türkeş bu durumu eserinde şöyle açıklar; “Benim bir iki partiye karşı da tarafsız tutumum derhâl Halk Partisi’nden vekomitedeki Halk Partili arkadaşların arasında aleyhime bir cereyanın yaratılmasına sebep oldu. Ben ortada kaldıkça iktidar koltuğuna ulaşamayacaklarını biliyorlardı. İnönü’nün uzun yıllardan beri kendi emellerine engel saydığı kimselere karşı kullandığı feci iftiralar ve propagandalarını bu defa da bize karşı seferber ettiler. Bunlardan birisi ırkçılık ve komünistlerin deyimi ile “Kafatasçılık” ithamı idi. Vaktiyle de Turancılık ve Irkçılık davasını nasıl bir evham ve kötü niyet esasına dayanarak uydurulmuş olduğu ve bu dava dolayısıyla yapılan işkenceler, adaleti lekeleyen tutumları hatırlamak icap eder… İnönü ve çevresi eski oyunlarına yeniden başvurmuşlardır” (20)
Türkeş, Millî Birlik Komitesi’ne ağırlığını koyarak, ihtilâle ve onun tarafsızlık vaadine gölge düşürmemesi için, siyasî partilerle temas edilmemesi yolunda bir karar alınmasına muvaffak olmuştur. Fakat ne yazık ki alınan bu kararın uzun süre geçerli olmasına komite üyelerinden bazılarının art niyetleri engel olmuştur. CHP ile MBK arasında kurulan bağ ile Halk Partisi yöneticileri komitede cereyan eden görüşmeler ve kararlar hakkında bilgi sahibi oluyorlar ve parti görüşlerini empoze etme imkânı buluyorlardı. İnönü’nün aradığı fırsatı da zaten bizzat Cemal Gürsel İnönü’yü telefonla arayarak yaratmıştı.
MBK’de cereyan eden bütün görüşmeleri ajanları vasıtasıyla anında öğrenen İnönü, seçimlerin vadedilmediği gibi en kısa zamanda yapılacağından endişe etmeye başlamıştır. Bu nedenle bir emrivaki yaparak Cemal Gürsel ile görüşmüş ve MBK’nin tarafsızlık ilkesi böylece ihlâl edilmiştir. Gürsel-İnönü görüşmesi Türkeş grubu üzerinde son derece menfi bir tesir yaratmıştı. Telâfisi için bir çare gerekliydi. Türkeş grubu kamuoyundaki yanlış intibaı silmek için, Bölükbaşı’yı Cemal Gürsel ile görüştürme formülünü buldu. Ve bu görüşme gerçekleşti.
Türkeş grubu, baştan beri takip ettikleri tarafsızlık tutumunun bir gereği olarak, CHP’nin tavırlarına karşı açıkça vaziyet alınmasına karar vermiş ve bu maksatla da 32 numaralı MBK tebliğini yayımlatmışlardır.
“Aziz Vatandaşlar,
Bazı kimselerin millî inkılâp hareketini, kendi partilerine mal ederek vatandaşlar arasında propaganda yapmakta ve diğer parti mensupları üzerinde baskıya yeltenmekte oldukları muhtelif kaynaklardan öğrenilmiştir.
Millî İnkılâp, hiçbir şahsın hiçbir zümrenin lehine yapılmış bir hareket değildir. Muhterem halkımızın, köylü ve işçilerimizin demokrasiye kavuşması, hak ve hürriyetlerinin teminatı, iktisadî kalkınması, ana prensibimizdir.Vatandaşların hususi işlerinde her türlü çalışma yerlerinde, kardeşlik duyguları ve huzur içinde bulunmaları esastır.
İdarî makamların bölgelerinde vaki olacak bu gibi hareketlerin üzerinde hassasiyetle durmalarını rica ederim” (21)
Tebliğ Cemal Gürsel’in imzasını taşıyordu. Yine aynı şeklide Türkeş ve arkadaşlarının tesir ve telkiniyle Cemal Gürsel 27 Haziranda Türkiye Radyolarından bir de konuşma yapmıştır.
Daha önce de belirtildiği gibi ihtilâlin amacından sapmasındaki bir diğer amil de “ilim adamları” olarak davet edilen kişilerin tutumu olmuştur. Türkeş tanınmış hukuk profesörlerinin normal hukuk kurallarına itibar etmeyip, ihtilâlin kendisine has hukukunun işlerliğini telkin edişlerini de şöyle izah etmektedir; “Yassıada mahkemeleri için hazırlık yapıldığı bir sırada bazı profesörlerden bir teklif geldi.
Celâl Bayar, Refik Koraltan’ın yaşları ileridir. Bunları işledikleri suç itibariyle idam cezası verilmelidir. O hâlde Türk Ceza Kanunu’ndaki 65. madde değiştirilmeli. Ben buna karşı çıktım. Hukukta bir prensip vardır, cezalar makable şamil olmaz. Değiştirdiğimiz kanunu tarihten öncesi fiiller için uygularsak, tarih önünde sorumlu oluruz. Bunu yapmayalım, dediğimiz zaman bir profesör kalktı bana dedi di; “Hayır siz yanlış düşünüyorsunuz. İhtilâllerde bu olur. Şimdi normal hukuk cari değildir. İhtilâl hukuku caridir. Yani ihtilâl hukukunda böyle bir prensip bahis konusu edilemez” bunu bana söyleyen Prof. Dr. Muammer Aksoy’du” (22)
Türkeş’in normal hukuk kurallarından yana oluşu bazı arkadaşlarının da tepkisine sebep olmuştur. Türkeş ise “Madem böyle düşünüyorlar, hukukçular bir teklif hazırlayıp altını imza etsinler. Ona göre MBK da böyle bir kanun tadilâtı yapsın, hukukçulardan imzalı bir teklif gelmesi üzerine komite de o maddeyi değiştirdi” diyordu.
Türkeş, DP’nin kapatılması için yapılan tekliflere asla itibar etmemiştir.Türkiye’deki bütün partilerin katılımıyla demokratik nizamın devam etmesini istemiştir, DP’nin kapatılması mahkemeye yapılan bir ihbarla olmuştur. İki sene kongresini yapmadığı için mahkeme kararı ile kapatılmıştır.
Türkeş, radyoda yaptığı konuşmasının mana ve ruhuna her zaman bağlı kalmıştır. “İhtilâlin hiçbir şahsa ve zümreye karşı yapılmadığı” ifade edilirken, özellikle DP yöneticileri ve DP’li vatandaşlar zikretmiştir. Yine bu beyanda “Partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırılacaktır” denilmiştir. En önemlisi “idarenin hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim edileceğinin” vadedilmiş olmasıdır. Bu da DP yöneticileri ve DP’li seçmenler için büyük bir teminat olmuştur. Sonuçta Türkeş ve arkadaşları, başı koparılan DP’ye oy ve gönül vermiş büyük vatandaş kitlesine sahip çıkmak ve onları CHP hırsı karşısında yeniden organize edip siyasî bir güç hâline getirmek istemişlerdir.(23)
MBK’nin iktidarı devralmasından sonra Alparslan Türkeş’in tesir ve telkinleriyle günümüzde faaliyet gösteren birtakım önemli müesseselerin ihtilâlden hemen sonra kurulmuş olduğu görülmektedir. Bu müesseselere en güzel örnek Devlet Plânlama Teşkilâtıdır (DPT). Bununla birlikte bir Konservatuar Kanunu ve İş Seferberliği Kanunu hazırlatmış, 212 Sayılı Basın Kanunu ile basın mensuplarının bağımsız görev yapmalarına imkân sağlamıştır. Bu yöndeki çalışmalar daha sonra Basın İlân Kurumunun doğmasına yol açmıştır. Alpaslan Türkeş’in uzun vadede gerçekleştirmeyi plânladığı reformlar arasında şunlar sayılabilir; Toprak Reformu, Tarım Kooperatifleri ve Köy Üniteleri, Yedek Subay Öğretmenlik Sistemi, İdarî Reform, İşçi Seferberliği ve Sağlık Hizmetlerinin Sosyalizasyonu.
Türkeş ve arkadaşları ülkenin sosyal, iktisadî ve siyasî yapısında kısa ve uzun vadeli reform hareketlerini plânlarken diğer tarafta günlük bir gazete çıkararak ileride kurmayı düşündükleri Millî Birlik Partisi vasıtasıyla kendi seslerini duyurmayı düşünüyorlardı. Bu çalışmalar sonucunda “Öncü” adlı bir gazete kurulmuştur. Gazete, gerçekte 14’lerin yayın organı olmasına rağmen bu durum kamuoyuna resmen duyurulmamıştır.
Türkeş’in 1960 İhtilâli sonrasında sosyal ve kültürel alanda meydana gelen boşluğu doldurmak amacıyla kurdurmuş olduğu “Türk Kültür Derneği” ayrı bir öneme sahiptir. Derneğin kuruluş gayeleri arasında köylere hitap etmesi düşünülmüş olmakla birlikte temel felsefesi, Türk gençliğini Marksist ve bölücü ideoloji tesirine karşı uyarmak, onları millî kültürle yoğurmak, teşkilâtlandırmak olarak bizzat Alparslan Türkeş tarafından tespit edilmiştir. Türkeş, Türk Kültür Derneği’nin başına ise yakın arkadaşı Şahap Homriş’i getirmiştir. Dernek çok kısa süre faaliyet göstermiş, Türkeş’in sürgüne gönderilmesiyle atıl kalmıştır. Bugünkü Ülkü Ocakları’nın orijini olarak kabul edilmesi gereken Türk Kültür Derneği, kuruluş felsefesi ve gayesi ile Alparslan Türkeş’in fikir babalığını yaptığı bir misyonun uygulama alanındaki ilk örneği ve teşebbüsüdür.
13 Kasım Tasfiyesi ve Alparslan Türkeş’in Sürgüne Gönderilişi
MBK içindeki bir grup, en geç iki ay içinde seçim yaptırıp iktidarı sivillere devretmek düşüncesindeydiler. Bu “siviller” kavramı aslında “İnönü ve CHP” demekti. Oysa Türkeş ve arkadaşları hemen bir seçim yapılmasına taraftar değillerdi (24) Çünkü memlekette bir DP gerçeği vardı ve bu partiye mensup vatandaşlar her fırsatta İnönü iktidarını istemediklerin dile getiriyorlardı. Türkeş ve arkadaşları MBK’yi bir siyasî parti hâlinde organize etmeyi düşünmüşlerdi (25) Cemal Paşa da uygun görmüş ve bu görev Türkeş’e verilmişti.
Türkeş bu konuda şöyle diyor; “Bizim görüşümüz bugün başsız kalmış bir DP’li vatandaş kitlesi var. Mademki ileride demokrasiye dönmekten bahsediyoruz, bu DP’li vatandaş kitlesini toparlayalım, organize edelim, sonra da seçime gidelim. Ben öyle zannediyorum ki bu şeklide hareket edersek seçimi kazanabiliriz ve bu seferde seçim kazanmış iktidar olarak işe devam ederiz. İşte bizim düşüncemiz buydu”. (26) İktidarın Halk Partisine devredil-esine karşı olan Türkeş ve arkadaşları bir toplantı yaparak meseleyi müzakere ettiler. Toplantıda alınan kararlar şunlardı;
1. Yalan ihbarlarla ilgili bir bildiri yayımlanacak, bukabil ihbarlarda bulunanlar hakkında şiddetli cezalar tatbik olunacağı bildirilecektir.
2. İdare amirlerine bir genelge gönderilerek, vatandaşlara keyfî baskı ve tazyik yapılmasına mani olunması istenecektir.
3. Milli Birlik Komitesi ve idare mekanizması partiler üstü kalacaktır.
4. Memleket şartları henüz seçime müsait değildir (27)
O gece varılan fikir birliği komiteye de aynen intikal ettirilmiştir. İhtilâl idaresinin dört yıl daha iktidarda kalması teklif olunmuş, ayrıca bunun halk oyuna sunulduktan sonra gerçekleşmesi istenmiştir.
MBK’nin 25 üyesi bu önergeyi imzalamıştır. Türkeş ise dört yıl sonra yapılacak seçimlerde CHP karşısına Millî Birlik Partisi olarak çıkılmasının 27 Mayıs ilkelerine uygun düşeceğini belirtiyordu. Türkeş, Millî Birlik Komitesinin kuruluş gayesini anlatarak, Komitenin ihtilâl hareketini başardıktan sonra memlekette köklü reformlar yapmak, müsait seçim zemini hazırlamak ve seçimlere Millî Birlik Partisi adıyla katılmak için kurulmuş olduğunu söyledikten sonra şöyle dedi;
“27 Mayıs İhtilâli’nin gayesine ulaşabilmesi için Komitenin kuruluş sebeplerini ortadan kaldırması lâzımdır.Reformları gerçekleştirinceye kadar idareyi elimizde bulundurmak mecburiyetindeyiz”.
MBK Başkanlığına verilen 25 imzalı bir önerge ile, ihtilâl idaresinin dört yıl iktidarda kalması, bunun için de referandum yapılarak halkın arzusunun tespit edilmesi isteniyordu. Bu önergeyi imzalayan üyeler şunlardı: Cemal Gürsel, Cemal Madanoğlu, Sıtkı Ulay, Fahri Özdilek, Osman Köksal, Sami Küçük,Suphi Gürsoytrak, Kamil Karavelioğlu, Suphi Karaman, Muzaffer Yurdakuler, Kadri Kaplan, Mehmet Özgüneş,Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, Muzaffer Özdağ, Rifat Baykal, Fazlı Akkoyunlu, Ahmet Er, Dündar Taşer, Numan; Esin, Mustafa Kaplan, İrfan Solmazer, Şefik Soyuyüce, Muzaffer Karan ve Münir Köseoğlu.
Önergenin okunması üzerine Türkeş yeniden söz aldı. Arkadaşlarıyla aynı görüşte olduğunu, fakat dört yıl sonunda yapılarak seçimlere Halk Partisi’nin karşısında Millî Birlik Partisi olarak gidilmesinin27 Mayıs ilkelerine uygun düşeceğini belirtti.
Ahmet Yıldız, Haydar Tunçkanat, Şükran Özkaya, Selahattin Özgür, Emanullah Çelebi, Sezai Okan, Fikret Kıytak, Vehbi Ersü, Mucip Ataklı, Refet Aksoylu ve Ekrem Acuner önergenin tümüne itiraz ediyorlardı. Bunlar eski görüşlerini ısrarla savunuyorlar ve seçimlerin en kısa zamanda yapılmasının ve iktidarın seçimim kazanacak partiye devredilmesinin, böylece 27 Mayıs günü millete yapılan vaadin yerine getirilmesinin gerektiğini belirtiyorlardı. (28)
Başkan Cemal Gürsel, Türkeş’in görüşüne katıldığını söyleyince, önergede imzaları bulunduğu hâlde çekimser davranan bazı üyeler de meselelerine sahip çıkmışlardı.
Uzun tartışmalardan sonra, Millî Birlik Komitesinin dört yıllık iktidarda kalması, köklü reformlar yapması, bunun için referanduma başvurulması ve dört yıl sonra yapılacak seçimlere Millî Birlik Partisi olarak iştirak edilmesi 11’e karşı 26 oyla kabul edildi. Komite bu kararı 1960 yılının Eylül ayı başında almıştı (29)
Kararın alınmasından sonra bütün Komite üyelerinin halkla temasa geçmeleri, onların arzularını öğrenmeleri ve edinecekleri intibaı Komiteye getirmeleri için bir gezi programı hazırlanmış teklif edilmişti.
Bu teklif de kabul edildi ve Komite üyelerini15 Eylül’de başlamak ve Eylül sonunda tamamlanmak üzere yapacakları gezileri programlaştırmak için bir komisyon kuruldu.
Bu olaylar cereyan ettiği sıralarda Komite 14’ler, 11’ler, 7’ler ve 5’ler olmak üzere dört gruba ayrılmıştı. 14’ler grubunu Alparslan Türkeş, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı,Muzafer Özdağ, Rifat Baykal Fazıl Akkoyunlu, Ahmet Er, Dündar Taşer, Numan Esin, Mustafa Kaplan, İrfan Solmazer, Şefik Soyuyüce, Muzaffer Karan ve Müner Köseoğlu; 11 ler grubunu Ahmet, Haydar Tunçkanat, Şükran Özkaya, Selahattin Özgür, Emanullah Çelebi, Sezai Okan, Fikret Kuytak, Vehbi Ersü, Mucip Ataklı, Refet Aksoyoğlu ve Ekrem Acuner; 7 ler grubunu Sami Küçük, Suphi Gürsoytrak, Kâmil Karavelioğlu, Suphi Karaman, Muzaffer Yurdakuler,Kadri Kaplan ve Mehmet; Özgüneş; 5’ler grubunu da Cemal Gürsel, Cemal Madanoğlu, Fahri Özdilek, Sıtkı Ulay ve Osman Köksal teşkil ediyorlardı.
14’ler grubunun lideri Alparslan Türkeş,11’ler grubunun lideri Ahmet Yıldız, 7’ler grubunun lideri Sami Küçük ve 5’ler grubunun lideri de Cemal Gürsel idi .(30)
14’ler Komiteye hâkim gruptu ve toplantılardan istediği kararı çıkarmasını biliyordu. Maksadı dört yıl iktidarda kalmak, daha sonra parti olarak Halk Partisi’ni karşısında seçimlere girmekti.Türkeş, Komite bu konuda karar almadan önce meseleyi Devlet ve Hükûmet Başkanı Cemal Gürsel’e de açmış Milli Birlik Komitesinin Millî Birlik Partisi hâline getirilmesi için onun mutabakat ve muvafakatini almıştı.
Gürsel’in talimatı üzerine bazı politikacılarla bu konuda temasa geçen Türkeş meseleyi Ekrem Alican, Aydın Yalçın ve Necip San’la görüşmüş, hatta partinin tüzüğünü hazırlamak üzere CKMP Milletvekili olan Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Albay Fuat Uluç’u görevlendirmişti. 13 Kasım İhtilâli yapıldığı sırada partinin tüzüğü kısmen hazırlanmış bulunuyordu.
11’ler grubunun maksadı, seçimleri en kısa zamanda yapmaktı. Bunlar böylece 27 Mayıs İhtilâli’nin hedefine varmış olacağına inanıyorlardı ve Halk Partisi ileri gelenleri ile sıkı temas hâlinde bulunuyorlar. Onların görüşlerinden istifade ediyorlar, hatta bu görüşleri zaman zaman Komite toplantılarına bile getiriyorlardı.
7’ler grubu, 14’ler ve 11’ler arasında denge unsuru olarak vazife görmek istiyordu. Daha ziyade 14’ler grubuna yatkın fikrî çalışmalarda bulunuyordu. Çoğunluğu generallerden kurulu 5’ler grubu ise bütün grupların üstünde tarafsız ve uzlaştırıcı bir politika takip ediyordu. Bununla beraber 5’ler grubu da çok zaman 14’ler grubunun fikri temayülleri istikametinde hareket ediyorlardı .(31)
Aynı tarihlerde İnönü tarafından “Tabiî Senatörlük” olayı ortaya atılmıştı. Türkeş ve arkadaşları böyle bir şeyin millet huzurunda edilen yemine ihanet olacağını ileri sürerek buna karşı çıkmışlardı. Sonuçta 26’ya 11 çoğunlukla bu fikir de reddedilmişti.
Türkeş MBK üyesi subayları şu üç kategoriye ayırır;
1. Yarışçılar; Milletimiz kendi ayakları üzerinde kurabilecek kuvvetli ve müreffeh bir seviyeye getirmek gücünü kendilerin- de bulanlar,
2. İstikballerini CHP’ye Bağlayanlar; İktidarı CHP’ye devredince her şeyin düzelebileceğini sanıp kendilerine teklif edilen ebedî parlâmento koltuklarını ve altın heykelleri hayal eden gafiller,
3. Olaylara Seyirci Kalanlar: Hiçbir mesele ile ilgilenmedikleri için olayların akışına tâbi olanlar.
İşte bu bölünmüşlük ihtilâli yok etmenin başlangıcı olabilirdi. Ayrıca Türkeş grubunun, Tabiî Senatörlük fikrini reddetmelerinin kendilerine karşı düşmanlığı arttırdığı açıktır.
Bir diğer sebep ise komünistlerin 27 Mayıs’tan azamî ölçüde faydalanma çabası içinde olmaları ve milliyetçi, Türkçü, aynı zamanda radikal reformcu ve sosyal adaletçi hareketlere karşı her türlü propaganda faaliyetini gerçekleştiriyor olmalarıydı.
İnönü’nün ortaya atmış olduğu ırkçılık ve Turancılık suçlamalarıyla hem yurt içinde hem de yurt dışında Türkeş’i tanımayan çevrelerde fanatik ve korkunç bir insan tipi doğmuştur. Bu da 13 Kasım’ın meydan gelmesinde önemli rol oynamıştır.
Türkeş, 13 Kasım Hareketi’nin ortaya çıkmasına sebep olarak mason olma tekliflerinin reddedilmesini gösterirken bir diğer sebep de şuydu; Türk milletini çağdaş medeniyete ulaştırmak, ülkü, kültür birliği yoluyla manevî bir kalkınma sağlamak sosyal ve iktisadî reformları milliyetçi bir açıdan gerçekleştirmek amacı gütmek yerine hemen bir anayasa düzenleyerek memleketin yönetimini hukuk esasına bağlamak yoluna gidenler meşru ve haklı davranışlarına tahammül edemedikleri bir kısım MBK üyelerine karşı Anayasayı ihlâl ederek bir ihanet hareketinde bulunmuşlardır.
Türkeş’in ifadesinden 13 Kasım Hareketi’ni çok önce sezmiş olduğu anlaşılmaktadır: “Eylül ayından itibaren komite artık birbirine düşman iki grup hâlindeydi. İnönü ‘de komite de olup bitenleri dikkatle takip ediyor ve endişeye kapılıyordu. İnönü yanına partinin ileri gelenlerini de alarak Gürsel’i ziyaret etti. Kendisiyle uzun bir görüşme yaptı. Ertesi gün görüşmeler alt kademelerde cereyan etti, fakat gizliliğine son derece dikkat olundu. Ne olmuşsa bu görüşmelerden sonra olmuş, 13 Kasım İhtilâli ufukta görülmeye başlamıştı. (32) Ayrıca Türkeş ve arkadaşları “Kurucu Meclis” fikrine de karşıydılar ve “Millet Şurası” adlı bir meclisin acele toplanmasını istiyorlardı. Konu hakkında Türkeş şunları söylemektedir; “1960 Ekiminin son günlerinde MBK bir Kurucu Meclis kurulmasını faydalı mülahaza etti ve bunun için gerekli hazırlıkları yaptırmak vazife ve yetkisini Cemal Gürsel Paşa’ya verdi…Gürsel Paşa’nın toplanacak Kurucu Meclis’in Anayasasını hazırlamak ve gerekli düzeni yapmak üzere üç kişilik bir kurul kurduğunu öğrendik.
Bunlar CHP’li idiler. Böyle bir kurulun hazırlayacağı Kurucu Meclisin partizan bir kimliğe bürüneceği yolunda büyük endişelere düştük… Paşa tarafından seçilmiş olan üç kişinin CHP’li oluşunu şiddetle tenkit ettik ve bunun mahzurlarını belirttik Kurula tarafsız ilim adamlarından ve diğer partilerden dört üye daha katılmasını teklif ettik. Toplantı sonuçsuz dağıldı … Tüm bu olaylar 13 Kasım’a yol açmıştır.”
Türkeş, 13 Kasım Hareketi’ni, 27 Mayıs’ı arkadan hançerleme şeklinde değerlendirmektedir. Türkeş’e göre; “13 Kasım aynı zamanda bir anayasa ihtilâlidir. Bütün Millî Birlik üyelerini kabul ve imza ederek ilân ettikleri 27 Mayıs Anayasasının çiğnenmesidir. Bir tarafta Yassıada’da eski iktidar mensupları Anayasayı ihtilâlden muhakeme edilirken, bir tarafta da 13 Kasımcılar kendi yaptıkları Anayasayı ayaklar altına alarak27 Mayıs’ı katletmişlerdir….. 27 Mayıs memleketi hızla kalkındırmak için güzel bir fırsattı. Bu fırsat heder edildi. 27 Mayısçı rolüne çıkmaları ve 27 Mayıs’ı savunur görünmeleri çok hazindir. Bunların yaptıkları 27 Mayıs’ı savunmak değil kendi çıkarları için 27 Mayıs’ı istismar etmektir” (33) demiştir.
Türkeş’in 13 Kasım’ın sebepleri üzerindeki görüşlerini özetlemeye çalışalım: “Bizim ne İnönücülere, ne de Gürselcilere benzer tarafımız vardı. Biz ne havaî iktidar ile sermesttik, ne de şahsî ikbal peşindeydik. Biz uzun süredir tedavi görmeyen birçok memleket yaralarının kangren olmasını önlemek istiyorduk. Biz de sabırsızdık ama memleket dertlerinin bir an evvel çözümlenmesi için…”
Türkeş, ihtilâlin iktidarı İnönü’ye devretmek maksadıyla yapılmadığını bütün baskılara rağmen kendisinin ve arkadaşlarının her zaman bu fikre şiddetle karşı çıktıklarını belirtir. Nitekim İnönü’nün de daha sonra kendilerine hak veren beyanatlarının olduğuna da eklemektedir.
Türkeş, 13 Kasım’ın bir diğer nedeni olarak, MBK’de bir kısım üyelerin siyasî bir ülküden, siyasî, içtimaî bir gayeden yoksun olmalarını gösterir. Bunun için de CHP’nin ortaya attığı her türlü fikre heyecanla sarılmışlardır.
MBK içinde ihtilâlin daha ilk günlerinde başlayan görüş ayrılığı 1960 Eylülünün başında artık çözümlenemeyecek bir hâle gelmişti.1960 yılının Ekim ayında ise Alparslan Türkeş, Başbakanlık Müsteşarlığı’ndan istifa etti. 14’ler grubunda çare olarak “komitenin fikirsiz kanadını budamak”. (34) şeklinde görüş ortaya çıkmıştı. İlk olarak 14’lerden Alparslan Türkeş ve Dündar Seyhan’ın düşündüğü tasfiye hareketi, komite içinde ihtilâlin gayelerine ters düşen 4-5 kişinin ülke dışına sürgüne gönderilmesi şeklindeydi. Grupta tasfiye hareketi göze alamayan üyeler de mevcuttu. Onlara göre, karşı tarafla görüşmek suretiyle meseleleri hâlledilebilirdi. Alparslan Türkeş ise ikinci bir operasyon günlerini olduğunu ve tedbir almalarının gerektiği ısrarla vurgulamıştır.
Kasım ayı başlarında Türkeş, Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, Numan Esin ve İrfan Solmazer ile İstanbul’da yaptığı görüşmeler sonunda tasfiyenin yapılmasına karar verilmiş hatta bir de harekât plânı hazırlanmıştı.
Ancak Türkeş’in haricinde diğer dört MBK üyesinin durum Cemal Gürsel’e bildirmesi Komite içinde “karşı ihtilâlin” doğmasına sebep olacaktır. (35)
14’lerden daha erken davranan Cemal Gürsel, 6 Kasım 1960 Pazar günü İstanbul’dan hareket ederek Ankara Etimesgut Askerî Havaalanı’na inen MBK’nin beş üyesinden Alparslan Türkeş, Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, Numan Esin ve İrfan Solmazer’in tutuklanmaları için Ankara Komutanı General Madanoğlu’na emir verdi. Madanoğlu “Komutanım ben onların icabına bakacağım. Bugün acele etmeyelim” diyerek MBK içinde bir iç hesaplaşmayı başlatmıştı. Bu hadiseden bir hafta sonra 13 Kasım 1960 günü bir baskınla MBK’nin 14 üyesi yakalanarak elçiliklerimiz nezdinde ihdas edilen müşavirliklere gönderilmiştir.
Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in Gazi Osman Paşa Kader Sokak’taki özel konutuna saat 9.30’dagelen sivil bir görevli Cemal Paşa’nın mektubunu tebliğ etmek istemiş, bunu kabul etmeyen Türkeş’in kapısı kırılmak suretiyle tebliğ işlemi, zor kullanılarak yapılmıştır. (36) Cemal Paşanın mektubunda Türkeş’in MBK üyeliğinin sona erdiği bildirilmekte, ikinci bir emre kadar evden çıkmaması istenmekteydi. Türkeş hatıralarında o andaki tutukluluk hâlinden kurtulabilse idi güvendiği birliklerle irtibata geçmek suretiyle karşı harekâtı bastırabileceğini ifade etmiştir. (37) Ancak Türkeş düşündüğünü gerçekleştirememiş gelişmeler karşısında sessiz kalmıştır.
27 Mayıs İhtilâli’ni gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi38 kişiden meydana gelmişti. İçlerinden General İrfan Baştuğ bir trafik kazasında ölünce, Komite 37 kişiye düştü. 13 Kasım 1960 Operasyonunda ise, bu üyelerden 14’ü daha uzaklaştırılıyor, yurt dışına sürgün ediliyordu. 14’lerinyeni görev yerleri şöyleydi;
Alparslan Türkeş :Yeni Delhi(Hindistan)
Orhan Kabibay :Brüksel(Belçika)
Orhan Erkanlı :Mexico City (Meksika)
Münir Köseoğlu :Stockholm (İsveç)
Mustafa Kaplan :Lizbon (Portekiz)
Muzaffer Karan :Oslo(Norveç)
Şefik Soyuyüce :Kopenhag(Finlandiya)
Fazıl Akkoyunlu :Kâbil (Afganistan)
Rıfat Baykal :Tel-Aviv(İsrail )
Dündar Taşer :Rabat (Fas)
Numan Esin :Madrid (İspanya)
İrfan Solmazer :Lahey (Hollanda )
Muzaffer Özdağ :Tokyo (Japonya )
Ahmet Er :Trablus (Libya )
Türkeş, 27 Mayıs ihtilâli ile ele geçirilen iktidar dönemlerinde Türkiye’nin temel meselelerini çözme yolunda bazı teşebbüslerde bulunmayı önemli bir fırsat olarak görmüştü. Türk Kültür Birliği Teşkilâtı’nın kurulması, eğitim seferberliği, yedek subayların eğitim hizmetlerinde kullanılmaları hep bu tür teşebbüslerin ürünleriydi.
Türkeş daima “Millî eğitim davası çözülmeden hiçbir davanın muvaffak olmasına imkân yoktur” düşüncesin-deydi.
A. Türkeş’in yaptığı bir konuşmada, ihtilâli tarifi ve konuyla ilgili benzetmeleri oldukça ilgi çekicidir; “İhtilâl bir deniz fırtınasına benzer. Rüzgâr kesildikten sonra dalgalanmalar devam eder. Bugün bu çalkantıları durdurmak için dalga kıran olmaya çalışanların o günkü fırtınada sürüklenmelerini kendileri için bir suç saymıyorum. İhtilâlci ile maceracı arasındaki fark, doktor ile kasap arasındaki farka benzer. Doktor da bıçak kullanır kasap da. Ancak doktor yaşatmak, kasap öldürmek için. İhtilâlci de cemiyet yarasını deşmek için çoğu hâllerde bî-günah kimselere zarar vermeye mecbur kalır. Bu eşyanın tabiatında bulunan zarurî bir ıstıraptır. 27 Mayıs Operasyonunu ayıplarken bu ıstırabın en az olmasına çalışıldı ve başarıldı da. Ancak süreç uzun ve ıstıraplı oldu. Zira operatörler ortadan çekildi, yerlerini kasap çırakları aldı”.
27 Mayıs İhtilâli’nde Türkeş’in diğer komite üyelerinden farklı ve mümeyyiz yönleri mevcut idi. Türkeş ihtilâl komitesinde daha işin başından itibaren ne yapmak istediğini bilen, plân ve stratejisini ona göre kuran ve ele geçirdiği fırsatlardan bu yolda istifade etmesini bilen bir kurmay subay olarak temayüz etmiştir. Türkeş bu özelliği ile çeşitli kimselerin dikkatlerini üzerine çekmiş ve onların tek hedefi olmuştur.
Türkeş milliyetçi ruh ve heyecan ile Türkiye’nin tarihî gelişimi içinde çözümlenememiş, temel meseleleri çözeceklerine samimiyetle inanmıştır.
Türkeş, 27 Mayıs İhtilâli ile bozulan, zedelenen millî birlik ve beraberlik ruhunu yeniden ihya etme gayreti içinde olmuştur. İhtilâlin kin ve nefret tohumları ekmesine engel olmaya çalışmıştır. Bu düşüncelerini en iyi ifade eden de, şüphesiz ilk radyo konuşmasıdır. Türkeş kansız bir ihtilâl düşünmüştür. Daha ilk günlerde Bayar ve Menderes ile konuşmuş DP yöneticilerinin yurt dışına gönderilmelerini arzu etmiştir. Fakat iktidar koltuğu için hırs ile yanıp tutuşan zihniyetin mukavemeti ile Türkeş ihtilâl bünyesinden koparılarak yurt dışına sürülmüştür. Türkeş oradan bile devlet ve hükûmet başkanına mektuplar göndererek idamlara engel olmaya çalışmıştır.
Sonuç olarak 27 Mayıs İhtilâli’ni en güzel Alparslan Türkeş’in değerlendirmesi ifade etmektedir; “Ben 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra, o kanaate vardım ki, ihtilâl yoluyla bir memlekete hizmet etmek mümkün değildir.
Ne kadar eksik, ne kadar aksayan tarafları olursa olsun hukuk yoluyla bir memlekete bir millete hizmet en iyi yoldur…
İhtilâl otoriteyi yıkar, anarşi başlar. Bu anarşiyi durdurmak,yeniden otoriteyi ve düzeni kurmak çok güç bir meseledir. Ve memleket bundan zarar görür. Bunun ben içinde bulundum, fiilen yaşadım, Memleketin aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur; “En kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilâlden iyidir”.
Alparslan Türkeş’in Sürgündeki Faaliyetleri
13 Kasım günü evinde gözaltına alınan Alparslan Türkeş de Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’ye sürgüne gönderilmişti. Türkeş sürgüne gönderilişi hakkında hatıratında şu bilgileri vermektedir; Ailece Esenboğa’dan gece saat 23’te hareket ettik.
Ertesi sabah, mahallî saatle 6.30’da Yeni Delhi Havaalanı’na indik. Tarih, 20 Kasım 1960’ı gösteriyordu. Hindistan çok sıcaktı. Böyle bir havayla karşılaşacağımızı hiç tahmin etmiyorduk”.(40)
Alparslan Türkeş kısa zamanda Hindistan’a uyum sağladı. Türkiye Büyükelçiliğinde müşavir olarak göreve başladı. Yabancı diplomatlarla kısa zamanda kaynaştı. Ayrıca tasfiye hareketi ile dünyanın dört yanına dağılan arkadaşları ile temasa geçti. Sürgündeki 13 arkadaşı ile mektuplaşmaya başladı. Arkadaşlarıyla haberleşmesi kontrol altında tutulmasına rağmen yazdığı mektupları Beyrut’ta bulunan MİT görevlisi bir tanıdığı vasıtasıyla Türkiye’ye ulaştırabiliyordu. Ayrıca Yunanistan, Kıbrıs, İtalya ve Almanya üzerinden Türkiye ile yazışma yapabiliyor ve bu sayede Türkiye’de olup bitenleri vakit kaybetmeden öğrenebiliyor ve ona göre tavır alabiliyordu. Sahip olduğu bu konumunu iyi değerlendiren Türkeş, bu sayede çok uzaklarda olmalarına rağmen 14’leri aynı hedeflere yönelterek uzun süre ayakta tutmaya çalışmıştır.
13 Kasım tasfiyesinde 14’ler grubunun ortadan kaldırılması dahi düşünülmüştü. Ancak grubun ordu içindeki kuvveti ve taraftar kitlesinin fazlalığı 13 Kasımcıları bu düşüncelerinden vazgeçirmişti. Sonuçta 14’lerin sürgüne gönderilmeleri en iyi çıkış yolu veya ceza olarak görülmüş ancak yurt dışında olmalarına rağmen Alparslan Türkeş ve arkadaşları daima potansiyel bir tehlike olarak kabul edilmiştir. Bu tehlikeyi bertaraf etmek ve grubun dağılmasını sağlamak amacıyla çeşitli entrikalara girişilmiş, 14’ler birbirleri aleyhine kışkırtılmaya çalışılmıştır.
13 Kasımdan sonra Türkiye’de basın, siyasî partiler ve MBK’nin müşterek hedefi 14’leri parçalamak şeklinde tezahür etmiştir. 13 Kasımcıların bu tür manevralarının 14’ler üzerinde kısmen etkili olduğunu söylemek mümkündür.
Türkeş’in Hindistan’da bulunduğu süre içinde arkadaşları ile yaptığı mektuplaşmalar incelendiğinde; sürgünden hemen sonra çeşitli dedikodu ve yalanlarla zedelenmiş olan 14’ler grubunun ilişkilerini düzeltmeye çalıştığı görülmektedir. Alparslan Türkeş yeni yıl münasebetiyle 1962 yılında arkadaşlarına yazdığı mektupta 14’leri “Türklüğün ümit dünyasını aydınlatan meşale” olarak değerlendirmesi bunun en önemli kanıtıdır.
Türkeş, 14’ler arasındaki birliği sağlayabilmek amacıyla bazı prensipleri tespit ederek grubun bu ilkelere uymasına gayret sarf etmiştir. Türkeş’in Hindistan’da iken tespit ettiği prensipler şunlardır;
a) 14’ler birbirlerine karşı körü körüne itimat ve güven beslerler.
b) Birbirleri hakkında duydukları haberleri, her şeyden önce ilgili arkadaşlarına bildirerek kendilerini aydınlatmasını isterler ve ondan sonra bu gibi haberler üzerinde mütalâa yürütürler.
c) 1 Ocak 1962 tarihinden önce, 14’ler arasında geçen özler, münakaşalar ve işitilmiş olan dedikodular unutulmuş olup, bir daha arkadaşlar arasında bunlar üzerinde konuşma ve yazışma yapılmaz.
ç) 14’lere dahil bulunan kimseler, çok şerefli ve faziletli kimseler olup, onların gereksiz bir hareket yapacağı kabul edilmez ve düşünülmez.
d) İnsan olarak, herkesin tabiatı ve itiyatları diğerlerinden farklıdır. Bize kusurlu görünen taraflarını da hoş görerek arkadaşlarımızı bağrımıza basarız.
e) 14’lerden olmayan kimselere, kendi arkadaşlarımızdan herhangi biri aleyhinde söz söylenmez, tenkit yapılmaz.(41) Alparslan Türkeş, Türkiye’de yıllardan beri gayrimeşru servetler elde etmiş ve büyük bir imkân sağlamış ayrıca basın kudretini kontrolleri altına almış olan mütegallibelere karşı sadece 14’leri önemli bir güç olarak görüyordu. Bu yüzden Türkiye’nin menfaatleri açısından 14’lerin dağılmaması için azamî gayret sarf etmiştir. Bu sebeple de daha Hindistan’da iken Türkiye’ye dönüşü sonrasında nelerin yapılması gerektiğini düşünen ve bu hususta plânlar yapmış ve 27 Mayıs Hareketi ile gerçekleştiremediği “sosyal reform politikası” fikrini bu defa 14’ler vasıtasıyla tatbik etmeyi düşünmüştür.
Türkeş ve arkadaşları için Türkiye’deki en büyük engel daima CHP ve basın olmuştur. Türkeş bu konuda şunları söylemektedir; “CHP ve Ahmet Emin’le Falih Rıfkı’nın başında bulundukları basın çetesi, bizim barışmaz düşmanlarımızdır. İhtilâlden sonra ben bunları teskin ve tatmin için kendilerine birçok defalar izahat ve teminat verdim. Dostluk gösterdim, menfaatler sağladım.
Fakat onlar düşmanlıklarından vazgeçmediler. Çünkü, bizim yapmak istediğimiz sosyal reformlar, onların menfaatlerine uygun düşmemektedir. Düne kadar bizleri, diktatörlük heveslisi, faşist veya komünist hayranı diye itham ederek kendilerini demokrasi ve hürriyetin koruyucusu ilân eden bu adamlar, bu defa “Devletçi Sosyalizm” taraftarı olduklarını ilân ediyorlar. Şu hâlde samimî olmadıkları aşikâr bulunan bu sürüye, “bizim fikirlerimizi taşıyorlar” diye güvenmeye ve onlara dayanmaya kalkmak imkânsızdır”.(42) Alparslan Türkeş sürgünde bulunduğu süre içinde değişik zamanlarda Avrupa’ya geçerek arkadaşları ile fikir alışverişinde bulunmuştur. Bu görüşmelerde genellikle 14’lerin Türkiye’ye dönüşü sonrasında nasıl bir politika takip edilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur.
c. Menderes ve Arkadaşlarının İdamı Meselesi
Yassıada duruşmaları 14 Ekim 1960’da başlatıldı. Demokrat Partilileri yargılamak üzere kurulan Yüksek Adalet Divanı adlî ve askerî yargıçlardan meydana gelmekteydi. Salim Bozal’ın mahkeme başkanı, Ömer Altay Egesel’in ise başsavcı olduğu mahkeme, verdiği ölüm ve ağır hapis cezalarıyla olağanüstü dönemlerdeki askerî rejim hukukuna aykırı davranışlarıyla tarihe geçmiştir. Yassıada’da 11 ay süren mahkemelerde 592 kişi yargılanmış, 288 kişi hakkında idam cezası istenmiştir. Sonuçta Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiş, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi 6 aydan 20 yıla kadar çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. 123 kişi beraat etmiş, 5 kişinin davası düşmüştür.Türkeş, MBK’ye yapılan bütün baskılara rağmen DP’li milletvekillerinin tutuklanmasına hatta hükûmet mensuplarının bile hapis edilmesine lüzum olmadığını, bunların hepsinin yurt dışına gönderilmelerinin uygun olacağı görüşünde idi. Cemal Gürsel de ona katılıyordu. Hatta Türkeş, Dışişleri Bakanı Selim Sarper ile bu konuda görüşmüş, Dışişleri bakanı yabancı devlet temsilcileriyle yaptığı görüşmeler sonucunda İsviçre Hükûmeti’nin DP liderlerini kabul edeceklerini öğrenmişlerdi . Ancak MBK bu duruma büyük tepki gösterince mesele bir müddet durdurulmuştur.
Bu engeller karşısında DP liderlerinin yurt dışına gönderilmeleri mümkün olmadı. Ancak Türkeş, Yüksek Adalet Divanından idam kararının çıkması durumunda bu kararların MBK’nin tasdikinden geçmesini hükme bağlatmıştı. Böylece idam kararları çıktığı taktirde bu hükümlerin tasdik edilmesini engellemeyi düşünmüştür. Fakat Alparslan Türkeş’in plânlarını bozan ve hesapta olmayan gelişme, 13 Kasım’da 14’lerin sürgüne gönderilmeleriyle ilgili gelişmelerdir.Böylece idamlar önündeki en büyük engel olan Türkeş’in lideri olduğu 14’ler grubu saf dışı bırakılmış ve Cumhuriyet tarihimizdeki hazin sonu hazırlanmıştır.
Yassıada’da idam kararlarının çıkacağını hisseden Alparslan Türkeş, Hindistan’da sürgünde olmasına rağmen Dışişleri Bakanı Selim Sarper vasıtasıyla Cemal Gürsel’e gönderdiği mektupla idamlara karşı çıkmıştır. Türkeş, 1960 yılı Haziran aylarının başlarından itibaren başlayan Yassıada olayına görevde kaldığı 6 ay boyunca karşı çıkmış, Menderes ve arkadaşlarına verilebilecek en ağır cezanın sürgün olması gerektiği hususundaki düşüncelerini sonuna kadar savunmuştur.
Alparslan Türkeş’in Cemal Gürsel’e gönderdiği 7 Eylül 1961 tarihli mektubu tarihî önemine binaen aşağıya alınmıştır.
“Orgeneralim,
Yeni Delhi, 7 Eylül 1961
Size asla yazmak niyetinde değil idim. Fakat bugün memleketin yüksek menfaatleri bakımından bazı hususların dikkatinize sunulması zaruri oldu.
Şöyle ki:
Yüksek Adalet Divânı birkaç güne kadar eski iktidar mensupları hakkında hükmünü verecektir. Adaletin hükmüne müdahale etmek ve daima hürmetkâr bulunmak şarttır. Ancak, hükümlerin infazı yurtta mevcut durumun nezaketi göz önüne getirilince, ayrıca incelenmeğe değer görülmüştür.
Yüksek Adalet Divânı’nın vereceği cezalar içinde idam hükümleri mevcut bulunduğu takdirde bunların tadil edilerek hafifletilmek cihetine gidilmesi çok faydalı olacaktır. Çünkü:
a) İdam cezalarının infazı, 13 Kasım’dan beri atılan çok hatalı adımlar dolayısıyla memlekette meydana gelmiş olan huzursuzluğu daha çok arttıracaktır.
b) Ölüm cezalarının infazı, yurt dışında da milletimiz ve devletimiz aleyhinde tepkilere yol açacaktır.
c) Ölüm cezalarının infazı hâlinde, milletimizi bölen kin ve garaz duyguları şiddetlenecek ve 27 Mayıs’ın amacı olan Millî Birlik ruhunun geliştirilmesini güçleştirecektir.
ç) Yukarıda sıralanan mahzurlarına karşılık, cezaların infazı ile memlekete sağlanacak hiçbir fayda yoktur.
Esasen siyasî suçlardan dolayı, ölüm cezaları verilmesi bugünün insanlık duygularına uymamaktadır.
Buraya kadar sıralanan mutalâalara ilâveten, hukuk bakımından da şu hususların incelenmesi lüzumludur.
I- Yüksek Adalet Divanının vereceği idam kararlarının nihaî incelenmesi, bununla ilgili kanunun yürürlüğe girdiği tarihte tek meşru yasama organı bulunan 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi’ne ait idi.
II- Bugün ise, yasama organı yalnız başına 13 Kasım Komitesi değil, Temsilciler Meclisi ile birlikte Komite’den meydana gelen Kurucu Meclis’tir.
III- Türk Anayasası’na göre, idam hükümlerinin nihaî incelenmesi, yasama organlarına aittir. Şu halde, bugün Yüksek Adalet Divanı’nın vereceği idam kararlarının yalnız 13 Kasım Komitesi’nce incelenmesi hukukî ve meşru olamaz.
Aksi hâlde, millet ve tarih önünde sorumlu olacağınızı hatırlatırım.
Saygılarımla,
Alparslan Türkeş
Mektup incelendiğinde Türkeş’in idam cezalarına karşı çıkması, siyasî, sosyal ve hukukî temellere dayandığı görülmektedir. İdamların ülkede huzursuzluğa yol açacağını ve bölünmelere sebep olacağını savunan Türkeş aynı zamanda ülkenin dış itibarının da zedeleneceğine işaret etmiştir. Hukukî açıdan ise13 Kasım tasfiyesi ile meydana gelen yeni MBK’nin idam kararlarını incelemesi ve onaylamasının hiçbir hukukî dayanağının olamayacağının iddia ederek, idamları engellemeye çalışmıştır.
Kurucu Meclis ve 1961 Anayasası
MBK, 14’leri tasfiye etmekle bütün meseleleri halletmiş sayılmazdı. Silâhlı Kuvvetler içinde benzer görüşlere sahip başka subay grupları da vardı. Diğer taraftan ordu üzerinde tartışmasız etkisini devam ettiren CHP lideri İnönü ve diğer sivil güçler, MBK’nin hemen seçimlere giderek, kazanacak partiye iktidarın devrini istiyorlardı. CHP’nin seçimleri kazanma umudu yüksekti. Ancak sandık sonuçları CHP’nin istediği şekilde sonuçlanmayacaktır. (43)
MBK üyelerini, iktidarı bırakmaya zorlayan en önemli sebep, ekonomik sıkıntılar olmuştur. Kendileri de halkın içinde idiler ama hangi önlemleri alabileceklerini bilmiyorlardı. Hiçbir programa sahip değillerdi. 14’lerin tasfiyesinden sonra karar mekanizması âdeta çökmüştü. İktisadî ve siyasî meseleleri çözemiyorlardı. Bu yüzden biraz da üzerlerindeki ağır sorumluluktan kurtulmak gayesiyle yeni bir anayasa hazırlayarak, seçimlere gidilmesini sağlayacak olan Kurucu Meclisi oluşturma kararını hayata geçirmeye başladılar.(44) 7 Aralık 1960’da MBK’de kabul edilen kanuna göre tesis edilen 1961 Kurucu Meclisi iki bölümden oluşuyordu;
1) Millî Birlik Komitesi, 2) Temsilciler Meclisi
Kurucu Meclisin temsil özelliği, o günkü şartlarda, mümkün olduğu ölçüde geniş tutulmaya çalışılmıştır. DP hariç tutulmak suretiyle 67 ilde siyasî partilerden ve çeşitli meslek kesimlerinden temsilciler kademeli olarak seçilmişlerdi. Kurucu Meclis 296 kişiden meydana geliyordu. Temsilciler Meclisi 272 kişi, MBK üyeleri de 24 kişiydiler. Meclisin bu genel yapısı içerisinde CHP temsilcileri 49 kişi,CKMP temsilcileri 25 kişi olarak tespit edilmişti. Ancak Temsilciler Meclisi üyeleri ezici çoğunlukla CHP taraftarı idiler.
Bunun sebebi illerin çoğundan gelen üyeler ile diğer kuruluşlardan gelen üyelerin ekseriyetle CHP taraftarı olmasından kaynaklanmaktaydı.(45) Kurucu Meclis, 9 Mart 1961’de çalışmalarına başlamış, 27 Mayıs 1961’de hazır hâle gelen anayasa, 9 Temmuz 1961’de halk oylamasına sunulmuştur. Halk oylamasına katılanların %60.4’ü kabul %39.4’ü ise ret oyu kullanmıştır. Olumsuz oy kullananların hayli yüksek oranda olmasındaki temel sebep, halk oylamasının plebisit niteliği taşıması, verilen oyların anayasayı beğenmek ve beğenmemekten çok, askerî yönetimden memnun olmak veya olmamak anlamına gelmesi şeklinde yorumlamak mümkündür. Kabul edilen 1961 Anayasası ile ülkemizde bazı kurumlar ilk defa oluşturulmaktaydı. Bunlar arasında Millet Meclisi ve Senatodan meydana gelen çift meclisli bir sistem, Anayasa Mahkemesi, Devlet Plânlama Teşkilâtı, Millî Güvenlik Kurulu sayılabilir.
Demokrasiye Geçiş ve Koalisyonlar Dönemi
Kurucu Meclis, Ocak 1961’de Genelkurmay eski başkanlarından emekli Orgeneral Rauf Orbay’ın başkanlığında çalışmaya başladıktan yaklaşık bir ay sonra siyasî parti faaliyetlerine izin verilmiştir. CHP ve CKMP’nin yanında çok sayıda yeni parti kurulmuştur. Bunlar arasında 11 Şubat 1961’de kurulan Adalet Partisi ve 13 Şubat 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi önemlidir.
15 Ekim 1961’de yapılan seçim sonuçlarına göre oyların % 62’sini CHP’ye karşı olan ve DP’nin tabanını temsil eden AP, CKMP ve YTP almışlardır. Bu partilere verilmiş olan oylar uygulamada 27 Mayısçılara ve CHP’ye karşı verilmiş sayıldığından iç ve dış çevrelerde seçim sonuçları “Menderes’in zaferi” şeklinde yorumlanmıştır. Seçmen kütüklerine kayıtlı seçmenlerin % 81.41’nin oy kullandığı 1961 seçimlerinin sonuçları şöyledir;
CHP %36.7 oy, 173 milletvekili
AP %34.7 oy, 158 milletvekili
YTP %13.6 oy, 65 milletvekili
CKMP %13.7 oy, 54 milletvekili
Çoğunluk sistemi uygulanan Cumhuriyet Senatosundaki sandalye dağılımı ise daha farklıdır ;
AP %35.4 oy, 71 senatör
CHP %37.2 oy, 36 senatör
YTP %13.9 oy, 27 senatör
CKMP %13.7 oy, 16 senatör
Anayasanın kabulü, genel seçimlerin yapılması ve parlâmentonun açılması ile MBK yönetimi hukuken sona ermişti. Fakat Silâhlı Kuvvetler mensuplarının açık siyasî faaliyetleri devam ediyordu.
Bunun en çarpıcı örneği 21 Ekim 1961’de, TBMM açılmadan üç gün önce İstanbul’da Harp Akademilerinde yapılan toplantıda 10 general ve 28 albay arasında imzalanan belgedir. Talat Aydemir’in öncülük ettiği bu grubun imzaladığı belgenin özü, seçim sonuçlarının iptal edilmesini, siyasî partilerin ve MBK’nin dağıtılmasını ve bir askerî rejimin kurulmasını öngörüyordu. Silâhlı Kuvvetler Birliği(SKB) adı verilen bu grubun aldığı kararlar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay ve yakın çevresi tarafından benimsenmediği için yürürlüğe girememiştir. Aynı şekilde protokolden haberdar olan CHP lideri İnönü’nün bu tür hareketlere karşı olduğunu bildirmesi, bu grubu yalnızlığa itmiştir. Bunlara karşılık siyasî parti liderleri meclisin açılmasına bir gün kala komutanların önünde, 27 Mayısa karşı çıkmayacaklarını, cumhurbaşkanlığı için Cemal Gürsel’in dışında kimseyi desteklemeyeceklerini ve Yassıada mahkûmlarının affını söz konusu etmeyeceklerini belirten bir protokole imza koymak durumunda kalmışlardır. Ayrıca Silâhlı Kuvvetler Birliği’nin bu teşebbüsü Brüksel toplantısında 14’ler tarafından müzakere edilerek Meclisin açılması yönünde karar alınması Talat Aydemir grubunun niyetlerinden vazgeçmesini sağlayan bir diğer önemli sebep olarak kabul edilmektedir. Alparslan Türkeş bu toplantıda SKB’nin Meclisi açmama teşebbüsüne “ülkede kan dökülmesine yol açacağı” düşüncesiyle karşı çıkmış ve 14’lerin Meclisin açılması yönündeki kararını Dündar Seyhan vasıtasıyla Ankara’ya bildirilmesini sağlamıştır.
Meclis, bu gelişmeler sonrasında 25 Ekim 1961’de açıldı. Fakat daha ilk günde, Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle bunalım çıktı. AP’nin bir kanadı Cumhurbaşkanlığı makamına Ord. Prof. Ali Fuat Başgil’i aday göstermek istemekte ve CHP ile koalisyona yanaşmamakta idi.
Fakat Silâhlı Kuvvetlerin baskısı ve daha yakın zamana kadar asker olan AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın yardımı ile seçime katılan tek aday Cemal Gürsel 607 oyun 434’ünü alarak, 4. Cumhurbaşkanı olmuştur.
Ardından yine uzun çekişmelerden sonra Suat Hayri Ürgüplü Senato başkanlığına, Fuat Sirmen Millet Meclisi başkanlığına geti-rildiler. Alparslan Türkeş hatıratında, sürgünde bulunduğu sırada yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde A. Fuat Başgil’i tercih ettiğini belirtmektedir.
Ancak Türkeş, konunun görüşüldüğü Brüksel toplantılarında SKB’nin muhalefeti sebebiyle Başgil lehine ısrar edememiştir.
Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamlarının ordu açısından güvenilir kişilere teslim edilmesinden sonra bir kısım albay dışında çoğu yüksek rütbeli subay ve general 21 Ekim 1961 protokolünün uygulanmasından vazgeçmişlerdir. Bu durum geçici de olsa Silâhlı Kuvvetlerden gelebilecek yeni bir müdahaleyi ertelemiştir.
20 Kasım 1961 – 1 Haziran 1962 arasında görev yapan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk koalisyonu olarak tarihe geçen ihtilâl sonrasının yeni hükûmeti 20 Kasım 1961’de kurulmuştur. İsmet İnönü başkanlığındaki bu ilk koalisyonun sandalye dağılımı CHP ve AP arasında eşit idi.
Hükûmet üyeleri ise şu isimlerden oluşuyordu;
Başbakan: İsmet İnönü
Başbakan Yardımcısı: Akif Eyidoğan
Devlet Bakanı: Turhan Feyzioğlu
Devlet Bakanı: Avni Doğan
Devlet Bakanı: Necmi Ökten
Devlet Bakanı: Nihat Su
Adalet Bakanı: Sahir Kurutluoğlu
Bayındırlık Bakanı: Emin Paksüt
Çalışma Bakanı: Bülent Ecevit
Dışişleri Bakanı: Selim Sarper
Gümrük ve Tekel Bakanı. Şevket Pulatoğlu
İçişleri Bakanı: Ahmet Topaloğlu
İmar-İskan Bakanı: Muhittin Güven
Maliye Bakanı: Şefik İnan
Millî Eğitim Bakanı: Hilmi İncesulu
Millî Savunma Bakanı: İlhami Sancar
Sağ. ve Sos. Yar. Bakanı:Suat Seren
Tarım Bakanı: Cavit Oral
Ticaret Bakanı: İhsan Gürsan
Sanayi Bakanı: Fethi Çelikbaş
Bas.-Yay.veTurizm Bakanı:Kamuran Evliyaoğlu
Ulaştırma Bakanı: Cahit Akyar.
Yeni hükûmetin en önemli meselesi iki yıldır durgunluğu devam eden iktisadî hayatı canlandırmaktı. Bu arada parlâmenter demokrasinin geleceği tartışma konusuydu. Silâhlı Kuvvetler içinde ve aydınlar arasında rejimin ve Kemalist reformların korunması için meclis dışı güçlerden bahsediliyordu. Bütün bunlara karşı İsmet İnönü bu talepleri reddeden bir radyo konuşması yaptı. Bu arada bazı çevrelerde 27 Mayıs’ın intikamının alınacağı gibi bir hava estiriliyordu. Ülkede tekrar bir darbe ortamı adeta oluşturulmuş ve bir müdahale beklenir olmuştu. Silâhlı Kuvvetler içerisinde yönetime el koyma düşüncesi özellikle alt kademelerde hâkim olmaya başlamıştı. Kurmay Albay Talat Aydemir, böyle bir hareketin öncülüğünü yapmakta, Harp Okulu ise bu hareketin çekirdeğini oluşturmaktaydı. Aydemir, okul komutanı olarakortamı iyi hazırlamıştı. Genç Harbiyeliler arasında Silâhlı Kuvvetlerin hatta İnönü’nün kendileriyle birlikte oldukları söylentisi de bilinçli olarak yayılmıştı. Ne var ki ne Cevdet Sunay ne de İnönü böyle bir hareketi destekliyorlardı. Hatta İnönü, şubatın ikinci yarısında okulu ziyaret ettiğinde Talat Aydemir’in bu hareketi plânladığını sezmişti. İnönü, bu izlenimden sonra başta Aydemir olmak üzere hareketi plânlayanların tayin kararlarını ele aldı. Gizlilikle yapılmaya çalışılan bu tayin kararlarını haber alan Aydemir ve ekibi 22 Şubat günü, eylemi gerçekleştirmeye karar verdiler. 22 Şubatta akşam saatlerinde Harp Okulu ve onlara bağlı tanklar Ankara’da önemli kavşakları tutmuşlardı. O sırada İnönü, Gürsel ve bazı yetkililer Çankaya’da toplantı hâlinde idiler.
Aydemir’e bağlı olan Muhafız Alayı, Süvari Bölük Kumandanı Fethi Gürcan aynı dakikalarda Muhafız Alayını denetimine almıştı. Fethi Gürcan, Gürsel, İnönü ve diğer yöneticilere ne yapmasını gerektiğini Aydemir’e sormuş ve Aydemir’den “bırak, gitsinler” yanıtını almıştı. Böylece kontrolden kurtulan İnönü ve bakanlar, Hava Kuvvetleri Karargâhına girmişler ve Aydemir’e karşı yapılacak hareketi buradan yönetmeye başlamıştı. Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Kara Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri hükûmete bağlıydı. Talat Aydemir’e Ankara’daki bazı birlikler katılmıştı. Duruma hâkim olan İsmet İnönü ayaklananların liderlerine “emekli edilmek suretiyle affedileceklerini” bildirdi. Sabaha kadar süren pazarlıklardan sonra Talat Aydemir ve arkadaşları direnmenin manasızlığını anlayınca teklifi kabul ederek teslim oldular. Ancak kısa sürede 22 Şubat gecesinin korkulu saatleri unutuldu. Talat Aydemir ve arkadaşlarının affı Mecliste konuşulurken, koalisyon ortağı AP, Yassıada mahkûmlarının da affını gündeme getirdi. Bu durum hem hükûmette hem de orduda büyük rahatsızlık oluşturdu ve ilk koalisyonun da sonunu hazırladı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk koalisyon hükûmeti 30 Mayıs 1962 tarihinde bozuldu. 25 Haziran 1962- 2 Aralık 1963 arasında faaliyet gösteren İkinci İnönü Koalisyon Hükûmeti CHP, YTP, CKMP ve bağımsızların katılmasıyla gerçekleştirilmiştir.
Bu koalisyonun üye dağılımı da şöyle oluşmuştur:
CHP: 10, YTP:6, CKMP:4, Bağımsız:1
Bu dağılıma göre hükûmet üyeleri ise şu şekilde teşekkül etmiştir;
Başbakan: İsmet İnönü
Başbakan Yardımcısı: Ekrem Alican
Devlet Bakanı: Hıfzı Oğuz Bekata
Devlet Bakanı: Hasan Dinçer
Devlet Bakanı: Turhan Feyzioğlu
Devlet Bakanı: Raif Aybar
Adalet Bakanı: A.Kemal Yörük
Bayındırlık Bakanı: İlyas Seçkin
Çalışma Bakanı: Bülent Ecevit
Dışişleri Bakanı: Feridun Cemal Erkin
Gümrük ve Tekel Bakanı: Orhan Öztrak
İçişleri Bakanı: Sahir Kurutluoğlu
İmar-İskan Bakanı: F.Kerim Gökay
Maliye Bakanı: Ferit Melen
Millî Eğitim Bakanı: Ş.Raşit Hatipoğlu
Millî Savunma Bakanı: İlhami Sancar
Sağ. ve Sos. Yar. Bakanı: Yusuf Azizoğlu
Sanayi Bakanı: Fethi Çelikbaş
Tarım Bakanı: Mehmet İzmen
Ticaret Bakanı: Muhlis Efe
Bas-Yay ve Turizm Bakanı:Tevfik Karasapan
Ulaştırma Bakanı: Rıfat Öçten. (1)
Alparslan Türkeş’in Sürgünden Dönüşü
Alparslan Türkeş’in 815 günlük sürgün hayatı 22 Şubat 1963’de sona ermiştir. Hindistan’dan ailesi ile birlikte Lübnan’a gelen Türkeş burada eşi ve çocuklarını Beyrut’tan Ankara’ya gönderdi. Kendisi ise İsviçre’ye geçti. Burada Dündar Taşer ile görüştü. Daha sonra Bern, Brüksel ve Paris’e geçerek 14’ler grubunun diğer mensuplarıyla buluştu. Avrupa’da bulunduğu süre içinde arkadaşlarıyla yaptığı görüşmelerde daha çok Türkiye’de takip edecekleri siyasetin nasıl olması gerektiği üzerinde fikir yürüttüler.
Bu görüşmelerden sonra Muzaffer Özdağ ile Türkiye’ye doğru yola çıktılar. Yugoslavya’ya geldiklerinde Muzaffer Özdağ’ı Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye gönderdi. Kendisi ise Üsküp, Makedonya üzerinden Selânik’e geçti. Burada Batı Trakya Türkleri ile çeşitli görüşmeler yaptı. Nihayet 22 Şubat 1963 günü Kapıkule’den giriş yaparak Edirne’ye geldi. Edirne’de Muzaffer Kaplan ve kalabalık bir vatandaş topluluğu tarafından karşılandı. Kafile hâlinde İstanbul’a geldi. İstanbul’da basın toplantısı yaparak daha önce hazırlamış olduğu “Millete Beyanat” adlı metni Türk milletine sundu. 24 Şubat’ta ise Ankara’ya geldi. Alparslan Türkeş’in yurda dönüşü münasebetiyle yayımladığı beyanatı önemine binaen aşağıya alıyoruz;
” Sevgili Vatandaşlarım,
Ülkü ve inancından vazgeçmez bir insan olarak, iki yıl önce aranızdan ayrılmış uzaklara gitmiştim. Bugün yine aynı azim ve imanla dolu ve Türk milletinin geleceği hakkında büyük ümitler taşıyarak, sevinç ve heyecan içinde tekrar sizlere kavuşmuş bulunuyorum.
Sizlerden biri ve sırdan bir vatandaş bulunmak övünç ve heyecanımın tek kaynağını teşkil etmektedir.
Söze başlarken, millet iradesinin her şeyin üstünde tutulmasını ve ona herkes tarafından saygı ve itaat gösterilmesini, bir selâmet yol olarak gördüğümü tekrar belirtmek isterim.
27 Mayıs sabahı yazarak sizlere radyodan yayınladığım yazımın mana ve ruhuna daima sadık kaldım ve bugün de memleketin huzur ve yükselişini bu beyanatın belirttiği ruh ve yönde görmekteyim.
Irk, din ve mezhep farkı gözetmeksizin, vatandaşların refah ve saadetini sağlamak ve insana değer veren insanca bir zihniyetle memlekette huzur ve istikrarı sür’atle tesis için her çeşit gayret gösterilmelidir.
Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ilkelere daima bağlı kalınmalı ve hürmet edilmelidir.
Mübarek vatan topraklarına ayak bastığım şu günlerde sizlere 27 Mayıs’ın gayelerini, her türlü hırslı ve bencil tutumlara karşı göğüs germiş yetkili bir kimse olarak açıklamakta fayda görüyorum.
Sevgili vatandaşlarım,
27 Mayıs hiçbir parti ve zümreye karşı ve herhangi bir şahıs, zümre ve parti lehine bir hareket olarak yapılmamıştır.
27 Mayıs iktidarda bulunan bir partiyi silâh zoru ile iktidardan indirip onun yerine bir muhalefet partisini oturtmak için, yani adî bir hükûmet darbesi olarak düşünülmemiştir. Onun kökleri, asil gayeli kaynaklara inen derinliklerdedir.
Bunun aksini söylemiş ve söylemekte bulunanlar memlekete büyük zarar vermiş ve hâlen de vermeye devam eden kimselerdir.
27 Mayıs, sefalet, yokluk ve karanlık içinde sahipsiz olarak bırakılmış bulunan köylü ve halk kitlesini en kısa yoldan ve hızla modern uygarlığa ulaştırmak, Türk devletini kendi gücü ile ayakta durabilecek hâle getirmek için yapılmıştır.
27 Mayıs, politika bezirgânlıkları ve şahsî menfaat hırsları ile tehlikeye düşürülen Millî Birliği korumak, kardeş kavgasına meydan vermemek gayesiyle yapılıştır.
27 Mayıs, memleketin savunma gücünü en yüksek dereceye çıkarmak, Türk Silâhlı Kuvvetlerini II. Cihan Harbi başından beri terkedilmiş olduğu, ihmal ve bakımsızlık çukurundan kurtarmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, topraksız köylüyü toprak sahibi yapmak, bütün milleti içine alan bir yardımlaşma teşkilatı kurarak hiçbir vatandaşı yardımsız ve sahipsiz bırakmamak için yapılmıştır.
27 Mayıs, güzel sanatlar ve spordan halk hizmeti için faydalanarak aydınları ve gençleri köylere ve halkın içine gönderip, halkla harman ederek, memleketi hızlı kalkındırmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, Ülkü ve Kültür Birliği ve Türk Kültür Dernekleri gibi kurullarla uyanıklık sağlamak ve millî kültürü geliştirerek Millî Birliğimizi sağlamlaştırmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, ilmî meş’ale yaparak hızla kalkınmak ve Türk milletini en kısa zamanda atom ve feza çağına sokmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, Türkiye’yi muzır cereyanların manevî istilâsından kurtarmak ve onu millî özelliğe sahip hür bir fikir ve vicdan hayatına kavuşturmak için, yani kısacası Türk Rönesansını yaratmak için yapılmıştır.
Muhterem Vatandaşlarım,
Bugünkü tutum ve hızla yukarıda sıralanan hedeflere kaç yüz senede ulaşılabileceği düşünülmeli ve bu geçecek yüz yıllar sırasında, modern memleketlerin bizi beklemeyecekleri de hesaba katılmalıdır.
Sevgili vatandaşlarım,
Bugün dünya atom ve feza çağının eşiğinden içeriye adım atmış bulunmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeler, nasıl sosyal, ekonomik ve politik hayatı alt üst etmişse, gelmekte olan atom ve feza çağı da büyük değişikliklere sebep olacaktır. Bir sıçrama yaparak çağlar üzerinden atlayıp atom ve feza çağına girmek zorundayız. Türkiye bir varolmak veya yok olmak dâvasıyla karşı karşıyadır. Bizi birbirimize düşürmek ve devletimizi parçalamak için içte ve dışta tehlikeli cereyanlar gelişmektedir.
Birbirimize karşı davranışlarımızda, daima karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörürlük duygusu hâkim olmalıdır.
Siyasî partiler, bir saltanat vasıtası ve bir gaye olarak değil, sadece memlekete ve millete hizmet için bir vasıta olarak kabul edilmelidir.
Her kim olursa olsun, bütün vatandaşlara karşı şefkat. Sevgi ve kanun himayesi şart sayılmalıdır. Fikirlerini kabul etmediğimiz veya şahsî aykırılığımız bulunanlara da, insanca, hukuk düzeni içinde işleme tabi tutulması esas olmalıdır.
Millet ve memleket faaliyetleri, ilim ve tekniği her şeyin üstünde tutan bir görüşle düzenlenmeli ve iktisadî hayat hemen harekete getirilmelidir. Türkiye’mizin endişesiz yarınına güvenen çalışkan insanlar diyarı olarak ufuklarda yükselmelidir.
Aziz vatandaşlarım,
Türk milleti bölünmez kutsal bir bütündür.
Bizler belirli bir fikir ve davayı temsil ile onun bayrağını taşıyan insanlarız. Bizi şu veya bu siyasî teşekküle izafe etmek yerine bütün bir milletin sadece hâdimi olarak kabul etmek gerekir.
Sevgili vatandaşlarım,
Mensubu olduğumuz Türk milleti, büyük kabiliyetlere ve büyük güce sahip bir millettir. Kudretimiz ve irademiz, önümüzdeki güçlükleri yenmeye ve bize çevrilmiş olan tehlikeleri göğüslemeye yeterlidir..
Ey geçmişin büyük fırtınaları, eşsiz ve şerefleri içinden gelen ve mutlu yarınlara elbette erişecek olan büyük Türk milleti.
Selâm, sevgi, muhabbet sana..”
Alparslan Türkeş Hindistan sürgününden sonra Ankara’ya yerleşti. Gaziosmanpaşa semtindeki evinde ilgi odağı hâline gelmiş, ziyaretçi akınına uğramıştı. Eski arkadaşları peşini bırakmamış, kimileri tekrar “ihtilâl” yapmayı, kimileri ise “siyaset” yapmayı teklif ediyordu. Bu sıralarda Türkeş’in eski arkadaşı olan Emekli Albay Talat Aydemir ilk teşebbüsünden sonra ikinci defa ihtilâli denemeyi plânlamaktaydı.
Talat Aydemir, 21 Mayıs Hareketine Alparslan Türkeş’i de dahil etmek için büyük çaba sarf etmiştir. Aydemir’e göre 22 Şubatçılar ile 14’ler birleştiği takdirde ülkenin idaresi çok kolay bir şekilde ele alınabilirdi. Bu birleşmenin sağlanabilmesi için 10 Nisan 1963 günü Dikmen Taşucu’nda Türkeş grubu ile Aydemir grubu bir görüşme yaptılar. Türkeş görüşmede Aydemir’e, kendisinin liderliği altında ve meşru yolla siyasî faaliyette bulunmayı teklif etti. Aydemir, Türkeş’in liderliğini kabul etmediği gibi memlekete ihtilâl yoluyla hizmet edileceği kanaatinde olduğunu açıkladı. Türkeş’in meşru zeminden ayrılmama fikri, Aydemir’in harekât plânı ile tamamen farklıydı. Bu yüzden görüşmede netice alınamamıştır.
Daha sonra kendi başına hareket etmeye karar veren Talat Aydemir ve Fethi Gürcan arkadaşlarıyla birlikte 20-21 Mayıs 1963’te ikinci kez darbe teşebbüsünde bulundular. Ancak bu hareketin sonu hüsran oldu ve bu teşebbüslerinin bedelini ağır ödediler. Bu seferki isyanı bastırma işini bizzat Cevdet Sunay ve kuvvet komutanları yönettiler. 20-21 Mayıs 1963 ayaklanması 22 Şubata göre daha geniş bir çevre ile bağlantı kurularak yapılmıştı.
Bu ayaklanmada hükûmete bağlı askerlerle isyancılar arasındaki çatışmada 8 kişi ölmüş, 26 kişi yaralanmıştı. Yapılan yargılamalardan sonra isyanın öncüsü Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer ölüm cezasına çarptırılırken, diğerleri de çeşitli hapis cezaları almışlardı. TBMM’nin kabul ettiği 480 sayılı kanunla da haklarında ölüm kararı onaylanan Fethi Gürcan ve Talat Aydemir idam edildiler.Dönemin iktidarı, hiçbir ilgisi olmamasına rağmen Alpaslan Türkeş’i bu olayların sanıkları arasına alarak tutukladı. Yaklaşık dört ay hücrede kalan Türkeş, yapılan yargılama sonrasında beraat etti.
Alparslan Türkeş’in Siyasete Girişi
Türkeş’in Ankara’ya döndüğü sıralarda siyasî iktidarda II. İnönü Koalisyon hükümeti bulunuyordu. Kurulan bu koalisyon hükûmeti çok çabuk yıpranmıştı. İnönü dahi partisi içinden eleştirilmeye başlanmıştı. Hükûmet iktidarda olduğu süre içinde ciddî sayılabilecek hiçbir faaliyette bulunmadı.
Sürgünden dönüşü ile birlikte ilgi odağı hâline gelen Türkeş, AP ileri gelenlerinden Saadettin Bilgiç ile görüşüyordu. Türkeş bu sıralarda AP mensupları tarafından partiye davet edilmişti. AP’lilerin yanı sıra CKMP’liler de kendisini partilerine davet etmişlerdi.
Alparslan Türkeş daha sonraki günlerde arkadaşlarıyla “Huzur ve Yükseliş Derneği”ni kurarak partileşme çalışmalarını buradan yürütmeye başladı. Derneğin kurucuları arasında Mustafa Kemal Erkovan, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Zühtü Pehlivanlı ve Alaattin Çetin gibi milletvekilleri vardı. Dernek siyasî partilerden önemli ölçüde destek sağlamıştı. AP’lilerin yanı sıra YTP’li ve CKMP’liler derneğe geliyor, Türkeş ve arkadaşlarını aralarına davet ediyorlardı. Bu dönemde 14’lerin desteğini önemli ölçüde sağlamış olan Türkeş ise Huzur ve Yükseliş Derneğini parti hâline getirmeye çalışıyordu.
Partileşme faaliyetlerinin hız kazandığı bu yıllarda Alparslan Türkeş’in kader birliği yaptığı arkadaşları 18 Mayıs 1963 günü AP’lilerle bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşmada Türkeş’in AP’ye genel başkan olarak seçilmesi plânlanmıştı. Ancak 21 Mayıs Hareketi bu plânın gerçekleşmesini engellemiştir.
Bu arada 17 Kasım 1963’te yapılan yerel seçimler AP’nin zaferiyle sonuçlandı. Oyların %48,87’sini AP, %36.97’sini CHP, %6.5’ini YTP, %2.6’sını CKMP alırken kalan %8’lik kısım Millet Partisi, Türkiye İşçi Partisi ve bağımsızlar arasında paylaşılmıştı.
CHP ile iş birliğine yanaşmayan AP, yerel seçim sonuçlarının kendisine kazandırdığı itibarı değerlendirerek güç toplamaya çalışmıştı. Koalisyona katılan YTP ve CKMP hızla zayıflamaktaydılar. AP, erken seçime gidilmesini isterken, Osman Bölükbaşı’nın MP’si Millî Koalisyonu, YTP ise yeniden CHP-AP koalisyonunu teklif etmişlerdi.
Hükûmet krizinin başladığı bu ortamda koalisyonu oluşturan partiler arasında çözülme başlamış ve CKMP 26 Kasım 1963’te, YTP de 27 Kasım’da hükûmetten çekilmişlerdir. Böylece Başbakan İsmet İnönü de istifa etmek zorunda kalmıştır.
İnönü’nün istifasından sonra yine CHP tarafından kurulan III. Koalisyon Hükûmeti 25 Aralık 1963 – 20 Şubat 1965 arasında görev yapmıştır. Bu hükûmetin kuruluşu uzun görüşmelerden sonra olmuş, Meclisteki oylamada ancak 225 kabul oyu alabilmiştir. Güvensizlik oyları 175 olduğu için hükûmet bir azınlık hükûmeti olarak kurulmuştur. CHP 21, bağımsızlar ise 2 bakanlıkla kabineyi oluşturdular ;
Başbakan: İsmet İnönü
Başbakan Yardımcısı: Kemal Satır
Devlet Bakanı: İbrahim Saffet Omay
Devlet Bakanı: Malik Yolaç
Devlet Bakanı: Vefik Piniççioğlu
Adalet Bakanı: Sedat Çumralı
Bayındırlık Bakanı: A.Hikmet Onat
Çalışma Bakanı: Bülent Ecevit
Dışişleri Bakanı: Feridun Cemal Erkin
Enerji ve Tabii Kayn. Bak.: Hüdai Oral
Tekel Bakanı: Mehmet Yüceler
İçişleri Bakanı: Orhan Öztrak
İmar-İskan Bakanı: Celâlettin Uzer
Köyişleri Bakanı: Lebit Yurdoğlu
Maliye Bakanı: Ferit Melen
Millî Eğitim Bakanı: İbrahim Öktem
Millî Savunma Bakanı: İlhami Sancar
Sağlık ve Sos. Yar.Bakanı: Kemal Demir
Sanayi Bakanı: Muammer Erten
Tarım Bakanı: Turan Şahin
Ticaret Bakanı: Fenni İslimyeli
Turizm Tanıtma Bakanı: Ali İhsan Göğüş
Ulaştırma Bakanı: Ferit Alpiskender.
Kurulan bu III. İnönü Koalisyon Hükûmeti, 1964 yılı boyunca Kıbrıs meselesiyle uğraştı. Bu arada ülkede aydınlar arasında ilerici-gerici sürtüşmeleri baş gösterdi. Bu sürtüşmeler iktidarın hareket alanını daraltan neticeler veriyordu. 1964 yılının Mayısında hükûmet muhalefet ilişkilerinde zaten gergin olan havayı iyice sertleştiren yeni bir gelişme meydana geldi. Bu gelişme, Türkiye’nin batı ittifakı içindeki yerinin tespiti meselesiydi. İsmet İnönü, Kıbrıs konusunda Amerika’nın aleyhte tutumuyla Türkiye’nin ihanete uğradığını belirterek sert açıklamalar yapmaya başladı.
5 Mayısta Mecliste dış politika tartışılırken, yalnızca AP sözcüsünün kendi hükümetinden çok Amerika’yı destekler görünmesi iktidar-muhalefet ilişkisinin hangi noktada olduğunu göstermesi açısından dikkate değer bir gelişmedir. Hatta Başkan Johnson’ın, bir Sovyet saldırısı karşısında diğer NATO ülkelerini Türkiye’yi savunmak için garanti veremeyeceğini bildiren mektubundan sonra bile muhalefet hükûmeti desteklemedi. Johnson’ın mektubunun basına sızmasından sonra kamuoyunda Amerika’ya karşı bir duyarlılık oluştu. Bu arada 1964’ün sonlarına gelinirken, AP genel başkanlığı değişimi yaşandı. Ragıp Gümüşpala’nın vefatından sonra yerine Süleyman Demirel seçildi. Demirel henüz milletvekili bile değildi ve 226 oyu sağlar sağlamaz hükûmeti devireceğini açıkça beyan etti. Adalet Partisi, erken bir genel seçim çağrısında daha da ısrarlı oldu ve 25 Ocaktaki bütçe oylamasında hükûmete son darbeyi indirmeye hazırlandı. Demirel, kendi plânına bir destek aramak için diğer muhalefet liderleriyle görüştü. 9 Şubata gelindiğinde muhalefet partileri anlaşma sağlamışlardı. Bu arada İnönü, bütçenin reddedilmesi hâlinde istifa edeceğini açıkladı ve 12 Şubat 1965’te yapılan bütçe oylamasıyla meydana çıkan durum üzerine İsmet İnönü Başbakan olarak son defa istifa etti. Bu arada yeni hükûmet Kayseri Bağımsız Senatörü Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında AP, YTP, CKMP’li üyeler oluşturdu. 20 Şubat 1965 – 27 Ekim 1965 arasında kısa bir süre görevde kalan hükûmet şu üyelerden oluşuyordu:
Başbakan: Suat Hayri Ürgüplü
Başbakan Yardımcısı: Süleyman Demirel
Devlet Bakanı: Hüseyin Ataman
Devlet Bakanı: Mehmet Altınsoy
Devlet Bakanı: Şekip İnal
Adalet Bakanı: İrfan Baran
Bayındırlık Bakanı: Orhan Alp
Çalıma Bakanı: İ.Sabri Çağlayangil
Dışişleri Bakanı: Hasan Esat Işık
Enerji ve Tabii Kay. Bak.: Mehmet Turgut
Gümrük ve Tekel Bakanı: Ahmet Topaloğlu
İçişleri Bakanı: İ.Hakkı Aydoğan
İmar ve İskan Bakanı: Recai İskenderoğlu
Köyişleri Bakanı: Seyfi Öztürk
Maliye Bakanı: İhsan Gürsan
Millî Eğitim Bakanı: Cihat Bilgehan
Millî Savunma Bakanı: Hasan Dinçer
Sağlık ve Sos. Yar. Bak.: Faruk Sükan
Sanayi Bakanı:Ali Naili Erdem
Tarım Bakanı: Turhan Kapanlı
Ticaret Bakanı: Macit Zeren
Turizm ve Tanıtma Bakanı:Zekai Dorman
Ulaştırma Bakanı: Mithat San.
Yeni kabinede AP’lı 9, MP’li 4, CKMP’li 4, YTP’li 4 ve bağımsız 3 üye bulunuyordu. Bu koalisyon hükûmeti 8 ay kadar devam etmiştir.
1964 yılına gelindiğinde Ragıp Gümüşpala’nın ölümü ile boşalan AP’deki genel başkanlık yarışına katılmayan Türkeş bu yarışta Saadettin Bilgiç’i destekledi. Ancak bu seçimi Süleyman Demirel kazandı.
21 Mayıs sonrasında dört ay tutuklu kalan Türkeş beraat ettikten sonra siyasî faaliyetlerine hız verdi. Arkadaşlarıyla yaptığı görüşmeler sonrasında CKMP’ye daha sıcak bakılmaya başlanmış, AP ve YTP’deki milliyetçilerin de orada toplanabilecekleri düşünülmüştü.
Bu arada CKMP Genel Başkanı olan Osman Bölükbaşı bu görevinden ayrılmıştı. CKMP’nin yöneticilerinden ve bu tarihlerde Devlet Bakanı olan Mehmet Altınsoy, Ahmet Oğuz ve parti Genel Başkan Vekili İrfan Baran, Alparslan Türkeş’i partilerine davet ederek genel başkanlık teklif ettiler. Türkeş 27 Mayıs Hareketi’nden itibaren bir siyasî parti hüviyeti altında ülkeye hizmet etmeyi düşünmekteydi. Sürgünde bulunduğu süre içinde bu fikrini olgunlaştırmış, Türkiye’ye dönüşünden itibaren ise en uygun zemini kollamıştı. Türkeş ve arkadaşlarının CHP’ye girmeleri mümkün değildi. AP ile zaman zaman temasları olmasına rağmen 21 Mayıs Hareketi sonrasında tutuklanması bu parti ile olan münasebetinin kesilmesine sebep oldu. CKMP’den gelen ısrarlı davetler Türkeş ve arkadaşlarının bu partiye katılma kararını kolaylaştırdı. Yeni bir parti kurmaktansa, güç kaybetmeye başlamış olan CKMP’nin kuvvetlendirilmesi düşünülerek bu parti tercih edildi.
Böylece Alparslan Türkeş, 14’lerden 9 arkadaşı ile birlikte, 22-23 Şubat 1964 tarihinde yapılan CKMP kongresinde bu partiye resmen katılmış oldu. Türkeş ile CKMP’ye katılan dokuz kişi şunlardır; Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Fâzıl Akkoyonlu, Numan Esin, Mustafa Kaplan, Şefik Soyuyüce, Münir Köseoğlu, Dündar Taşer ve Ahmet Er.
Alparslan Türkeş ve dokuz arkadaşının CKMP’ye girmesinden sonra Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer CHP’ye, Muzaffer Karan da Türkiye İşçi Partisi’ne(TİP) girdiler. Böylece 14’lerin aktif siyasete başlamasıyla parçalanmaları birlikte gelişmiş oldu. Ancak 14 kişiden 10 ‘unun siyasî tercihlerini aynı yönde ortaya koymaları Türkeş’in 14’ler üzerindeki tesirinin devam ettiğini göstermektedir.
Alparslan Türkeş, bir siyasî parti mensubu olarak 31 Mart 1965 tarihinde yaptığı konuşmasında özetle ve altını çizerek şu gerçekleri dile getirir; “…Türk milleti için, değişmez kader yapmada şeref payı gerçekten büyük olan CKMP’lileri, dürüst, samimî, vatansever ve inandıkları prensiplerden vazgeçmez oluşları ile duygu ve düşüncelerimizin uyarlılığı bizleri kendilerine çekmiştir.
Açıkça belirtmek gerekir ki; bugünün politik, sosyal, ekonomik ve kültürel bakımdan memleketin içinde bulunduğu durum çok düşündürücüdür. Gerçeklere cesaretle parmak basacak, dertlerini cesaretle ortaya koyacak kötü tedbirlerle çağdaş uygarlık düzeyine giden yolu aşmaya çalışacak yerde, kin ve garezlerin duyulması, şahıs ve zümre çıkarlarının sağlanması uğruna yapılan kısır politika kavgaları vatandaşların huzurunu kaçırmış bulunmaktadır.
Ayrıca, aşırı akımların yıkıcılığı gittikçe endişeleri arttırmaktadır. Türkiye’nin bütünlüğüne karşı yönetilen zehirleri, ayırıcı faaliyetlerle ciddî ve müspet, ilmin icap ettirdiği şekilde savaşılmalıdır.
Parti farkı gözetilmeksizin bütün vatandaşların hizmetinde bulunmak Türk milletini kutsal bir bütün görerek, onu yüceltmeyi, mutluluğa kavuşturmayı başlıca ülkü saymak gerekir. Bunları gerçekleştirmek için Atatürk milliyetçiliğin gerçek temsilcileri el ele vererek çalışmalıdır”. Alparslan Türkeş’in siyasete girmesi güç kaybetmekte olan CKMP’ye ve siyasî hayata canlılık getirmiştir. Bu gelişme karşısındaAP’de telâş başlamış, CKMP’deki liderlik meselesinde AP’liler Türkeş’e karşı Ahmet Tahtakılıç’ı aday çıkararak Türkeş’in önünü kesmeye çalışmışlardır. CHP ise partiye kabul ettikleri 14’lerin üç üyesini Türkeş grubuna karşı kullanmak istemiştir. Bu sıralarda Millet Partisi’nin Genel Başkanı olan Osman Bölükbaşı’nın şu sözleriyle dile getirdiği yaklaşım ise oldukça ilgi çekicidir:
“Yahu orası ordu karargâhına döndü. Çizme gıcırtısından, kılıç şakırtısından oraya girilemiyor”.
Alparslan Türkeş, CKMP’ye katıldıktan sonra parti genel müfettişliği görevine getirildi. Parti teşkilâtlarıyla doğrudan temasa geçerek hızlı bir çalışma temposu içerisine girdi.
Bu durum CKMP içinde bir iç mücadelenin doğmasına yol açtı. CKMP’ nin 1965 Haziran sonunda “Olağan Kongre” kararını alması ise Genel Başkan Ahmet Oğuz’un istifası ile sonuçlandı. Genel Başkan Ahmet Oğuz’un istifasını CKMP’de Alparslan Türkeş ile başlayan yapısal değişikliğe ve canlılığa bir tepki olarak değerlendirmek mümkündür.
CKMP Olağanüstü Kongresi 30 Temmuz 1965 tarihinde başladı. Türkeş’in karşısına Ahmet Tahtakılıç aday olarak çıkarılmıştı. Tahtakılıç’ın kongrede hemen hemen iki gün süren uzun konuşmasına karşılık Türkeş’in yapmış olduğu konuşma yarım saat sürmüştü. Konuşmasında gayet samimî bir ifade ile duygu ve düşüncelerini dile getirerek şunları söyledi;
“Ben bir makam, mevki için aranıza gelmiş değilim. Bana hangi görev verirseniz, seve seve onu kabul eder, yaparım. Bir nefer olarak, bir er olarakaranızda çalışmaya geldim”
Bu konuşmanın arkasından yapılan seçimlerde Alparslan Türkeş büyük bir oy farkıyla1 Ağustos1965 tarihinde CKMP Genel Başkanlığına seçildi. Oylamada Ahmet Tahtakılıç 516 oy, Alparslan Türkeş ise 698 oy almışlardı.
1 Ağustos 1965 tarihi Alparslan Türkeş ve CKMP için yeni bir dönemin başlangıcı olur. Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olarak kendisinin liderliğine karşı tavır koyan CKMP’li bakanlara karşı hükûmet nezdinde gösterdiği tepki siyasî hayatındaki davranış biçimini ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir.
Cumhuriyet Senatosu Kayseri Senatörü Suat Hayri Ürgüplü’nün Başbakanlığında kurulmuş olan koalisyon hükûmetinde. CKMP Niğde Milletvekili Mehmet Altınsoy Devlet Bakanı, Konya Milletvekili İrfan Baran Adalet Bakanı, Afyonkarahisar milletvekili Hasan Dinçer Milli Savunma Bakanı ve Eskişehir Milletvekili Seyfi Öztürk’de Köyişleri Bakanı olarak görev almışlardı.
CKMP’li Bakanlardan Hasan Dinçer, Seyfi Öztürk ve Millet Meclisi Başkan Vekili Nurettin Ok, Ahmet Oğuz, Veli Başaran, Mehmet Kesen ve Senatör Rasim Hancıoğlu, 4 Ağustos 1965 tarihinde CKMP Genel İdare Kuruluna müşterek bir mektup göndererek; “Türkeş’in liderliği altında partinin totaliter ve maceracı bir hüviyet aldığı” iddiasıyla istifa ettiklerini bildirmişlerdir.
Genel Başkan Alparslan Türkeş, 5 Ağustos 1965 günü, Başbakan Suat Hayri Ürgüplü’yü Başbakanlıktaki makamında ziyaretle; mütecaviz bir tavırla partiden istifa edip de, hâlen partisini temsilen bakanlık görevini sürdürmekte olan Hasan Dinçer ve Seyfi Öztürk’ün, “öğleye kadar hükûmetten istifa etmelerinin temini için” Başbakan’a mehil verir. Türkeş, aksi taktirde koalisyona dahil siyasî parti liderlerinin de toplantıya çağrılmasını ister. Öte yandan adı geçen iki bakanın bakanlıktan istifa etmemekte direnmeleri, Başbakan S. Hayri Ürgüplü’yü zor durumda bırakmıştır.
CKMP lideri Alparslan Türkeş’in, sert ve kararlı ve ültimatom niteliği taşıyan uyarısı üzerine, mevcut koalisyonda yer alan siyasî partilerin liderleri 6 Ağustos 1965 günü saat 17.00 toplanırlar.
Başbakan S. H. Ürgüplü, “her şeyin iyi niyetle halledileceği” yolunda bir demeç verir. Sonuçta Türkeş’in talebi istikametinde; Hasan Dinçer ve Seyfi Öztürk resmen bakanlıklarından istifa ederler. Aynı tarihte CKMP Cumhuriyet Senatosu Çankırı Üyesi Hazım Dağlı, Millî Savunma, CKMP Yozgat Milletvekili Mustafa Kepir de Köy İşleri Bakanlığı’na atanırlar.
Alparslan Türkeş, CKMP Genel Başkanı sıfatı ile verdiği demeçlerle Türk milletinin ters talihini yenmek azminde olduklarını, yeni bir devir açılmasında millete yardımcı olmak isteklerini dile getirerek, Türk milletinin uyanış ve kendisine geliş meselelerine hizmet etmek azminde olduklarını sürekli olarak ifade etmekten geri kalmamıştır.
Alparslan Türkeş’in lideri olduğu 14’lerin 27 Mayıs Hareketi ile birlikte önemli sayılabilecek bir askerî gücü elde ettikleriinkâr edilemez. Türkeş ve grubunun sahip olduğu bu askerî güç, ihtilâlsonrasında geçilen demokratik hayatın kendine özgü şartları içinde sıkıntılar yaratabilecek mahiyette idi. Ancak Türkeş bu gücü meşru yollarla siyasî arenaya taşımaya muvaffak olmuş bir liderdir.
Oluşmasında Türkeş’in sahip olduğu karizmatik kişiliğinin de rolü olan bu askerî gücün siyasî tezahürü, 1965’te yenileşmeye başlayan bir CKMP ve 1969’da kendine özgü bütün özellikleriyle ortaya çıkan MHP’dir.
1965 Seçimleri ve Alparslan Türkeş’in Parlâmentoya Girmesi
Alparslan Türkeş’in Genel Başkan seçilmesinden sonra CKMP, yeni program ve kadrosuyla girdiği 10 Ekim 1965 seçimlerinde aldığı 208.696 (%2.2) oy ile 11 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçimlerde Türkeş Ankara milletvekili olarak parlâmentoya girmiştir. 14’lerden Muzaffer Özdağ Afyon milletvekili, Rıfat Baykal ise Mardin milletvekili olarak seçildiler.
10 Ekim 1965 günü yapılan genel seçimlerden çıkan netice AP’nin tek başına iktidarı anlamına geliyordu. Seçim sonuçları şu şekilde oluştu:
AP %53 oy ile 240 milletvekili
CHP %28.7 oy ile 134 milletvekili
MP %6 oy ile 31 milletvekili
YTP %3.7 oy ile 19 milletvekili
TİP %2.9 oy ile 15 milletvekili
CKMP %2.2 oy ile 11 milletvekili.
Millî bakiye sisteminin uygulandığı bu seçimin en önemli yanlarından birisi de sosyalistlerin Mecliste ilk kez grup kurmalarıdır. Aslında millî bakiye sistemi AP’nin tek başına iktidarını önlemek için getirilmiş, fakat tam tersi bir sonuç ortaya çıkmıştır.
AP’nin bu seçimlerdeki büyük ilerlemesi CKMP ve YTP’nin önemli miktarda oy kaybetmesine yol açmıştır. CKMP’nin oylarını bir bölümü MP’ye girmiştir.
1965 seçimlerde Demirel’in ilk kabinesi şu isimlerden oluşmuştur:
Başbakan: Süleyman Demirel
Devlet Bakanı: Cihat Bilgehan
Devlet Bakanı: Refet Sezgin
Devlet Bakanı: Kâmil Ocak
Devlet Bakanı: Ali Fuat Alişan
Adalet Bakanı: Hasan Dinçer
Bayındırlık Bakanı: Etem Erdinç
Çalışma Bakanı: Ali Naili Erdem
Dışişleri Bakanı: İ. Sabri Çağlayangil
Enerji ve Tabii Kay. Bak.: İbrahim Deriner
Gümrük ve Tekel Bakanı: İbrahim Tekin
İçişleri Bakanı: Faruk Sükan
İmar-İskan Bakanı: Haldun Menteşeoğlu
Köyişleri Bakanı: Sabit Osman Avcı
Maliye Bakanı: İhsan Gürsan
Millî Eğitim Bakanı: Orhan Dengiz
Millî Savunma Bakanı: Ahmet Topaloğlu
Sağlık ve Sos.Yar. Bak. Ahmet Türkel
Sanayi Teknoloji Bakanı: Mehmet Turgut
Tarım Bakanı: Bahri Dağdaş
Ticaret Bakanı: Macit Zeren
Turizm ve Tanıtma Bakanı:Nihat Kürşat
Ulaştırma Bakanı: Seyfi Öztürk.
Dış ilişkilerde ABD ile SSCB arasında yumuşamanın hüküm sürmeye başladığı ve dünya ekonomisini çevre ülkelerinde büyümelerine izin verdiği bir ortamda başbakan olan Süleyman Demirel, avantajlı konumunu iyi kullanabilmiştir. Özellikle Orta Doğu’da ve büyük komşu SSCB ile ilişkilerinde Menderes’e göre çok şanslı bir konumda olan AP lideri, dünya politikasındaki yumuşamanın etkisiyle rahat davranma imkânı bulmuş ve Türk-Sovyet ekonomik gelişiminde önemli rol oynamıştır.
Dolayısıyla 1965-71 dönemini muhalefetteki CHP ile TİP’in iddialarının aksine Halk-AP diyalogunun sağlamca kurulduğu bir zaman dilimi şeklinde tanımlamak doğru olur. Ekonomide yaşanan gelişme veya genişlemenin karşısında merkez ve solda yer alan aydınların savundukları sosyal adalet, bağımsızlık gibi kavramları tanımlayamamaları yüzünden halk kitlelerinden seçimlerde umdukları desteği alamamışlardır. Bu ve buna benzer olumsuzluklar söz konusu çevreleri ve özellikle üniversite gençliğini Meclis dışı muhalefet yollarına sevk etmiştir.
Üniversitelerde arayış içinde bulunan radikal öğrencilerin önderlik ettiği boykot ve gösteriler yaygınlaşmış, öğrenci hareketlerinden etkilenen iktidar ve ana muhalefet ilişkileri çözümü gittikçe zorlaşan bir mecraya girmiştir.
1960’lı yıllarda sosyal ve ekonomik sorunların oldukça geniş plâtformda tartışılır olması, CHP’yi yeni bir kimlik arayışına itmiş, ortanın solu sloganıyla merkez solda yer almaya çalışan CHP’de seçim yenilgisinin de etkisiyle bir dalgalanma yaşanmıştır. Kendi anlatımlarına göre ortanın solunda ve sağında yer tutan iki grup arasındaki mücadelede İsmet İnönü, birincilerin safında yer almış ve başlatılan reform hareketini desteklemiştir. Ortanın solu hareketinin sözcüsü ve önderi olan Bülent Ecevit, önce CHP genel sekreterliğine daha sonra genel başkanlığına(14 Mayıs 1972) seçilmiştir. Ecevit’in önderliğinde sosyal demokratlar Ekim 1968’deki 19. Kurultaydan sonra ortanın solu adıyla başlattıkları yeni hareketi 1969 seçimleri için yayımladıkları bildiride düzen değişikliği şeklinde adlandırarak, dönüşümün kazandırdığı yeni kimlik ile seçmen karşısına çıkmışlardır.
13 Şubat 1961’de bir grup sendikacı tarafından kurulan TİP’in siyasî hayattaki gerçek faaliyeti İstanbul Hukuk Fakültesi eski öğretim üyelerinden Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlığa seçilmesi ile başlar. 1961 Anayasasını farklı bir şekilde yorumlayan Aybar ve arkadaşları, orada amaçlanan toplumun ancak sosyalist düzende gerçekleşebileceğini belirterek, siyasî hedeflerini buna göre düzenlemişlerdir.
AP’nin, TİP’in seçimlere katılmaması için Yüksek Seçim Kuruluna yaptığı itirazlara rağmen 1965 seçimlerine katılmış ve 15 milletvekili çıkarmıştır. TİP, 20 Temmuz 1971’de siyasî partiler yasasına aykırı faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesince kapatılmıştır.
Millî Nizam Partisi (MNP), 1960’ların sonunda Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği’ndeki anlaşmazlıklar yüzünden İstanbul ve İzmir’deki büyük iş çevrelerine karşı Anadolu’nun küçük ve orta büyüklükteki iş yeri sahiplerini temsil eden kesimlerin ayrı bir siyasî partide birleşme gereğini duyması ile ortaya çıkmıştır. Bu isteklerin sonucu olarak 26 Ocak 1970’de MNP kurulmuştur. Liderliğini Odalar Birliği eski başkanı Necmettin Erbakan’ın yaptığı parti Anadolu’da yaygın şekilde örgütlenebilmiştir. MNP’nin görüşü kısaca “Müslüman Türkiye” şeklinde belirtilebilir. İslâmiyet’i asıl tema olarak işleyen MNP bir yıldan biraz fazla yaşamış ve 12 Mart 1971 müdahalesiyle lâikliğe aykırı davrandığı gerekçesiyle kapatılmıştır (20 Mayıs 1971).
Alparslan Türkeş’in Cumhurbaşkanı Adaylığı
9 Şubat 1966 günü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in sağlık durumu ağırlaşmıştır. Bir günde üç sağlık bülteni yayımlanır. Gürsel’in sağlığının, görevini sürdürmeye yetersiz olduğunu bildiren doktor raporundan sonra, Cumhuriyet Senatosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Şevki Atasagun Cumhurbaşkanı vekilliğine getirilir. 13 Şubat 1966 günü, siyasî partiler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanı adaylığı üzerinde anlaşırlar ve bu haber, 14 Şubat 1966 tarihli gazetelerde geniş bir şekilde yer almıştır.
Bu gelişmeler sonrasında 15 Şubat 1966 günü, Cumhurbaşkanı Kontenjan Senatörü Prof. Dr. Ragıp Üner, Cevdet Sunay’ın, öncelikle Cumhurbaşkanı kontenjan senatörü seçilmesine imkân sağlayabilmek için senatörlükten istifa etmiştir.
14 Mart 1966 günü, Cumhurbaşkanı vekili İbrahim Şevki Atasagun, aynı tarihte ordudan istifa eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ı, Cumhurbaşkanı kontenjanlığından senatör atar. Cevdet Sunay, 17 Mart 1966’da yemin ederek yeni görevine başlar.
27 Mart 1966 tarihinde, Başbakanlığın isteği üzerine Gülhane Askeri Tıp Akademisinde toplanan 37 kişilik “Müşterek Sıhhî Kurul”, iki rapor düzenleyerek, “Gürsel göreve devam edemez. Vücut ölmüştür” kararını vermiştir.
28 Mart 1966 günü TBMM’de Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılmış, Cumhurbaşkanı Kontenjan Senatörü Cevdet Sunay’ın adaylığı yanı sıra CKMP Genel Başkanı Ankara Milletvekili Alparslan Türkeş de Cumhurbaşkanlığı için adaylığını koymuştur. Gelişen bütün bu olaylarla ilgili olarak Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, aynı gün tarihî bir bildiri yayımlar. Bu bildiri aynen şöyledir:
C.K.M.P. Bildirisi
“C.K.M.P. Genel İdare Kurulu, partiye mensup senatör ve milletvekilleriyle birlikte saat 10.30’da toplanarak bugün T.B.M. Meclisinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi bünyesi içinden bir aday göstermeye karar vermiştir. Bu kararın gerekçesi özet olarak şöyledir:
1. Sayın Cumhurbaşkanımız Cemal Gürsel’in görevine devam edemeyecek şekilde ağır rahatsızlığı dolayısıyla boşalan Cumhur-başkanlığı makamı için yapılacak seçimde, Türk demokrasisinin uluslar arası itibarına gölge düşürecek nitelikte bir sür’at ve prosedürle hareket edilmesini, TBMM’nin ve demokratik rejimin geleceği bakımından normal bir teamül başlangıcı olarak görmek imkânsızdır.
2. Türkiye devletini yönetecek müstesna şahsiyetleri daima Meclis içinde de, dışında da bulunması mümkün iken, bu defa on beş gün öncesine kadar büyük Mecliste bu bahiste bir yoksunluk varmış zehabını uyandıracak bir prosödürün denenmesi Büyük Meclisin itibarı üzerinde tartışmaya yol açıcı nitelikte görülmüştür.
3. Sayın Sunay’ın ve Genel Kurmay Başkanlığı görevini ifa etmiş bir şahsiyetin Cumhurbaşkanlığı makamına daima lâyık olabileceği doğru olmakla beraber, Cumhurbaşkanlığına giden yolun Genel Kurmay Başkanlığından geçeceği yolunda bir teamül başlangıcı demokratik rejimin temel ilklerine uygun düşmeyecektir.
4. Bugünkü iktidar partisinin Büyük Meclisindeki tutumu, muhalefeti yok etme gayretleri, Danıştay kararlarını hiçe sayması ve kendisine ebedî iktidar partisi hâline getirme çabaları karşısında Meclisin bazı partilerin ve kamuoyunun bu sür’atli prosedürü benimsemesi tabiî görülmekte ve buna iktidar partisinin sebep olduğu bilinmekte ise de, biz kararımızı bugünkü olay ve Sayın Sunay’ın çok değerli şahsiyeti ile ilgili olarak değil, demokratik rejimin geleceği için ve Büyük Meclisin Türk milletine taahhütleri yönünden aldığımızı açıklarız.
5. Partimiz Cumhurbaşkanlığına aday olarak Genel Başkan Alparslan Türkeş’i göstermekle Büyük Meclisin Cumhurbaşkanlığı seçimine tek adayla girmemiş bulunmasını da sağlamakla ve bunu Yüce Meclisin itibarına lâyık bir jest telakkî etmektedir.
6. Karar TBMM’nin olacaktır ve ulaşılan sonuç ne olursa olsun Cumhurbaşkanlığına seçilecek olan şahsın başarıları için Meclis içinde ve dışında yüksek görev duygusu ile bütün gayretimizi göstereceğiz.
Seçimin Türk milletine hayırlı olmasını dileriz.”
Cumhurbaşkanlığı için yapılan seçim sonunda: Kontenjan Senatörü Cevdet Sunay, oylamaya katılan 532 üyenin 461’inin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Aynı seçimde aday olan Alparslan Türkeş, 11 oy alır.
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, kendisi için, istifa ederek Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlük görevini boşaltan Prof. Dr. Ragıp Üner’i, 16 Nisan 1966 tarihinde yeniden Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlüğüne atamak suretiyle bir vefa görevini yerine getirmiş olur.